Araştırmacı Erhan Ünal, tarım ve gıda konusundaki çarpıcı yazılarının ardından bu kez de dünyanın dört bir yanında sürdürülen su savaşlarını yazdı. İnsan ve tüm canlı yaşamı için yaşamsal önemde olan suyun küresel şirketler eliyle nasıl gasp edildiğini gözler önüne seren Ünal, 27-29 Mayıs tarihlerinde İstanbul’da yapılacak olan Uluslar arası Su Forumu öncesinde Türkiye’yi; “konuya sadece ‘su sorunu’ olarak bakmak ve bu boyutu ile irdelemek de konunun ardına saklanan gerçek amacı görmede çok eksik kalacak ve yanıltıcı olacaktır. Günümüzde dünyanın pek çok yöresinde vahşice yürütülen ekilebilir toprakların ele geçirilmesi (toprak gaspı) süreci ile küresel olarak su kaynaklarının ele geçirilmesi (su gaspı) girişimleri aynı merkezden organize edilmekte, aynı küresel kurumların güdümünde sürdürülmektedir” sözleriyle uyarıyor ve ekliyor: “Bireysel direniş, kurtuluşun başlangıcıdır!”
İşte geleneksel tarım, gıda ve hayvancılık konularında dünyanın pek çok ülkesinde araştırmalar yapan Erhan Ünal’ın, suyun devletler eliyle küresel şirketler tarafından nasıl gasp edildiğini ve yeryüzünün kaynaklarını kullanarak küresel diktatörlüğün adım adım nasıl inşa edildiğini gözler önüne seren çarpıcı yazısı…
NEHRİ TELLE ÇEVİRİP ETRAFINA ÖZEL GÜVENLİK KOYDULAR
2 DOLAR KAZANAN HALKTAN 445 DOLAR SU BAĞLAMA PARASI İSTEDİLER
Yer, Bolivya. Uluslarüstü ‘su konzern’leri (holdingler) Bolivya’da iş başındadırlar. ABD’de yerleşik ‘Bechtel’, Cochabamba şehrinin su dağıtım sistemini almıştır (özelleştirilmiştir!). Daha baştan su fiyatlarını öylesine arttırmıştır ki halkın önemli bir bölümü için faturaların ödenmesi imkânsızdır ve bu durum sonuçta susuz kalmak demektir. Halk önceleri barışçıl bir şekilde protesto eder. Fakat polisin sert müdahalesi ile olaylar çığırından çıkar. Ülkenin başkanı olağan üstü hal ilan edip halkın üzerine askeri sürer. Ölenler ve yüzlerce yaralı vardır. Lakin çatışmalar Bechtel için rahatsızlık verici boyutlara vardığından (!), Bolivya’yı terk etmek zorunda kalır. Yaşananlar 2003 yılında El Alto’da tekrarlanır. Bu kez sahneye başka bir uluslar üstü kuruluş ‘Suez’ çıkar. Fakir halkın günlük, 2- ABD Doları kazandığı şehirde su bağlanma parası olarak 445,- ABD Doları talep eder. Protesto ve çatışmalar bu kez uzar. Suez’in yanında Dünya bankası ve ‘Alman Teknik İşbirliği Cemiyeti’ (GTZ) sahneye çıkarlar. Özelleştirmelerin devamı ve genişletilmesi yönünde baskılar arttırılır. Şimdilik halkın direnişi 2006 da hükümetin düşmesi ile sonuçlanır. Yeni başkan Güney Amerika tarihinde ilk defa bir yerli (indigen) olan Evo Morales’tir. Özelleştirme anlaşmaları iptal edilir.(2*-1)
ÖNCE KRAVATLI, ÇANTALI İNSANLAR GELDİLER, ALDIM NACAĞI ELİME…
Yer Türkiye. Doğu Karadeniz vadileri… Görmemiş olana anlatması zor doğa güzellikleri diyarı. Doğanın kendi kendine hayran olduğu bu benzersiz vadilere birileri gözünü dikmiş. Hidroelektirik Santralleri kuracağız; şehirlerin, fabrikaların, enerjiye ihtiyacı var. Enerji olmadan kalkınma olmaz diyorlar. Söylemedikleri ise, gözlerini aslında suya dikmiş olmaları. Suyu paraya çevirip küresel merkeze pompalayacaklar. Bütün bölgeyi planlamışlar, hesaplamışlar ve binbir oyun ve çakallıkla insanların ve diğer tüm canlıların elinden yaşam ortamını çalmakla meşguller. Hürriyet’ten bir alıntı: “Sinan Akçal 54 yaşında. 14 HES projesinin olduğu, mücadelenin çok sert geçtiği, mahkemelerin peş peşe durdurma kararları verdiği Çayeli Senoz Vadisi’nde yaşıyor. Ortaokul mezunu bir çiftçi: Önce kravatlı, çantalı insanlar geldiler ciplerle. Ellerinde cihazlarla ölçüm yaptılar. Nabız yokladılar, son derece saygılılardı, köyünüze baraj yapılsa istihdam sağlanır filan… Korkut Özal oğluyla geldi, derelerin kullanım hakkını alıp sattı. Bizim eski muhtara dört katlı bina yaptılar, anahtar teslim. 10 bini bir arada gören yok, insanlar arazisini satıyor, kandırdılar bizi. Fitne sokup birbirine düşürdüler insanları. Bir eylem yaptım, HES karşıtlarını topladım. Şirket eski muhtarla adamlarına, ‘Biz HES istiyoruz’ pankartı açtırıp eylem yaptırdı. Mahkeme yürütmeyi durdurdu, onlar durmadı, gizli gizli çalıştılar. Jandarmayı çağırıyoruz gelmiyor. Çok zoruma gitti, aldım baltayı, nacağı elime, kovalamaya başladım bu adamları…”(6*)
TÜM DÜNYADA AYNI ANDA DÜĞMEYE BASILMIŞ GİBİ…
Sanki birileri gizli bir düğmeye basmış gibi, üç beş uluslarüstü konzern tüm dünyada ve aynı zamanda, su kaynaklarının yönetimini ele geçirme savaşına girişmiş durumda. Savaşın ilk safhasında sahnedeki aktörler yerli girişimciler olabiliyor. Halk ile sorunları onlar göğüsleme durumunda; ayrıca halkın reaksiyonunun yüksek olduğu bu hassas safhada yabancıların ortada fazla görünmemesi taktiksel açıdan daha uygun bulunmakta. Daha sonra finans dünyasının kurallarına hakim dev kuruluşlar bu yerli “girişimcilerin” ellerindeki su kaynaklarını kolayca toplayabiliyorlar. Süreci biraz daha irdeleyerek yakından görelim.
KÜRESEL OLARAK MUTLAK HÂKİMİYETE ULAŞMADA SON AŞAMA
Su hak mıdır, ihtiyaç mı?
Pek çok insanın üzerinde uzun boylu düşünmeye gerek görmeden cevap verebileceği basit bir soru gibi görünse de bu sorunun ardında, sonuçları insanlık ve tüm doğa açısından felaketle bitecek bir oyun gizlenmekte. İnsanlık; ne kurallarını belirlemede, ne de sürecin içerisinde yer alıp almama konusunda hiçbir girişimi olamadan, bu karanlık oluşumun sonucuna katlanmak durumunda kalacaktır.
Su, “yaşamsal bir hak” olarak görüldüğünde, bütün canlılar (ve tüm doğa) için dokunulmazdır. Doğada var olan hiç bir canlının suya ulaşma hakkı kısıtlanamaz. Kısacası su hakkı, kutsaldır!
Eğer su “ihtiyaç” olarak nitelendirilirse, bakış açısı değişmektedir. İhtiyaç; insanlar için para ile elde edilebilecek bir şeyi, yani satın alınabilir bir nesneyi ifade eder. Evrensel bir hak olan suyun, ihtiyaç olarak tanımlanmasıyla, ticari bir meta haline getirilmesinin ve buna bağlı olarak da var olan hâkim ekonomi sistemi içerisinde, kitlesel olarak alınıp satılmasının önü de açılmış olmaktadır.
Suyun, 2000 yılında Den Haag’daki “2. Dünya Su Forumu”unda ticari bir meta olarak nitelendirilmesi, müthiş küresel bir bürokratik mekanizmayı harekete geçirmiş ve bu yapı dünyamızdaki yaşamı bir daha geri getirilemeyecek şekilde değiştirmeye başlamıştır. Konu, hiç de bir kelime oyunu olarak görülemeyecek kadar ciddidir ve tüm yaşam için boyutları önceden kestirilemeyecek olumsuzluklar içermektedir.
SU VE EKİLEBİLİR TOPRAKLAR AYNI MERKEZ TARAFINDAN ELE GEÇİRİLİYOR
Konuya sadece “su sorunu” olarak bakmak ve bu boyutu ile irdelemek de konunun ardına saklanan gerçek amacı görmede çok eksik kalacak ve yanıltıcı olacaktır. Günümüzde dünyanın pek çok yöresinde vahşice yürütülen ekilebilir toprakların ele geçirilmesi (toprak gaspı) süreci ile küresel olarak su kaynaklarının ele geçirilmesi (su gaspı) girişimleri aynı merkezden organize edilmekte, aynı küresel kurumların ( BM, Dünya Bankası, IMF, WTO, FAO) güdümünde sürdürülmektedir.
TEK MERKEZLİ DÜNYA HÂKİMİYETİNE GİDEN YOL
Küresel olarak beslenme sisteminin, üç-beş temel tahıl cinsi üzerine yeniden yapılandırılarak, geniş insan kitlelerinin beslenmesi üzerinde belirleyici ve hâkim kılınması da toprak gaspı ve su gaspı girişimleri ile paralel yürütülmektedir. İlk bakışta birbiri ile ilintisiz gibi görülen ve/veya ilintisizmiş gibi gösterilmeye çalışılan bu küresel mücadele alanları aynı amaca yönlenmiştir. Bu üçlü stratejik saldırı, tüm insanlığı bir daha kurtuluşu asla mümkün olmayacak bir tutsaklığa mahkûm etmeye giden sürecin birbiri ile bağlantılı, birbirini tamamlayan ögeleridir. Bu sözünü ettiğim kitlesel tutsaklık, Küresel Finans Oligarşisinin en son aşamada ulaşmak istediği tek merkezli dünya hâkimiyetinin oluşturacağı ortamdır.
Birleşmiş Milletlere bağlı Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü (WTO), İMF vb gibi kuruluşlar ve Küresel Finans merkezleri; suyun bir “hak” olmaktan çıkarılarak, ticari bir meta olarak nitelendirilmesinde ve giderek, nasıl alınıp satılabileceğinin kurallarının, küresel ekonomi (neoliberal) sistemine uygun olarak bir düzenlenmesinde, aynen “toprak gaspı”nda olduğu gibi belirleyici ve düzenleyici görevler yüklenmişlerdir.
SU İLE DÜNYA DURDUKÇA KESİLMEYECEK GÜCE ERİŞMEK İSTİYORLAR
Dünya Ticaret Örgütü (WTO), Kuzey Amerika Serbest Ticaret Alanı (NAFTA), gibi kurumlar ile ticaret anlaşmalarına imza atan hükümetler, ülkelerinin su kaynakları üzerindeki tasarruf haklarını da kaybetmiş olmaktalar. Uluslar üstü dev “su konzern”leri, dünyamızdaki tüm su kaynaklarını ele geçirme girişiminde, bu küresel ticaret örgütlerinin kendilerine açtığı geniş olanaklar ile hedeflerine emin adımlarla yürümekteler. Su Gaspı alanında en üst seviyede girişim gücünü elinde tutan “su konzernleri”, Birleşmiş Milletler şemsiyesi altındaki ticaret örgütleri ile, uluslararası ticaret anlaşmaları imzalamış olan ülkelerin hükümetlerine, ülke su kaynaklarının kendilerine verilmesini (özelleştirilmesini) sağlamak için, hukuksal (!) temeli olan taleplerde bulunabilmekte, hatta taleplerinin kabul görmemesi durumunda, yapılan anlaşmalara dayanarak davalar dahi açabilmektedirler. Günümüzde varılan noktada “Su Gaspı” olgusunda rol alan şirketler “Enternasyonal Ticaret Anlaşmaları”nın kendilerine sağladığı “hukuksal (?)” koruma ortamında ele geçirdikleri suyu, borular (pipeline) veya süper tankerler ile dünyada en yüksek fiyatı sağlayabilecekleri noktalara taşıma hazırlıkları içerisindedirler. Görülebileceği gibi yaşamsal bir gereksinim ve vazgeçilemez bir hak olan su; Küresel Finans Oligarşisinin elinde aynen petrolde olduğu gibi oradan oraya taşınan, borsa oyunları ile fiyat spekülasyonları yaratılan, hatta uğrunda savaşlar ve katliamlar yapılan bir “meta” (mal) olma konumuna getirilmektedir. Petrol ile su arasındaki önemli fark ise, suyun petrole kıyasla bitmeyecek bir kaynak oluşudur. Bir kere kontrolü tamamen ele geçirilebilirse, tatlı su kaynakları petrolün aksine olarak, Küresel Finans Oligarşisine dünya durdukça akışı kesilmeyecek bir para(güç) akışını garantilemektedir.
ULUSLARÜSTÜ HOLDİNGLERE SU HAVZALARINI KİM SATIYOR?
Bu oluşum yaşamı nasıl etkileyecektir? Bu soru yaşamsal öneme sahip pek çok soruyu da beraberinde getirmektedir. Bu sorulardan bir kaçını, konunun önemini ve boyutlarını basitçe tanımlayabilmek amacı ile sıralayalım:
- Su kimin malıdır?
- Su herkese mi ait olmalıdır?
- Su eğer özel mülk ise, doğa için suyu kim satın alacak?
- Fakir insanların su ihtiyacını kim karşılayacak?
- Uluslarüstü su konzernlerine, tüm su havzalarını satın alma hakkını kim veriyor?
- Özel şirketler tarafından satın alınan su kaynaklarını gelecek nesiller adına kim koruyacak?
- Suyun yönetiminde devlet hangi role sahip olacak?
Bu sorular her bir bireyin kendince cevaplamaya çalışması gereken sorular. Aydın ve sosyal sorumluluk duygusunu kaybetmemiş bireyin, kendi bulduğu cevaplar ile günümüzdeki uygulamaları karşılaştırması ve sonuçlarını değerlendirmesi eminim çok öğretici olacaktır.
DÜNYANIN NE KADAR İÇİLEBİLİR SUYU VAR?
Dünyamızda var olan toplam su miktarının yaklaşık olarak 1,4 milyar kilometreküp olduğu hesaplanmış vaziyette. Çok büyük bölümü tuzlu su olan bu miktarın sadece 36 milyon kilometrekübü, yani % 2,6 sı tatlı su. Bu tatlı su miktarının da sadece % 0,7 si (34 000 kilometreküp) canlıların kullanımına imkân verecek şekilde hareket (dolaşım) halinde. (2*-2)
Yeryüzündeki göller ve akarsular canlıların en kolay ulaşabildikleri kaynaklar. Bu kaynakların durumu da yakından bakıldığında iç acıtacak bir görünüştedirler. Dünyanın büyük nehirlerinin bir kısmı aşırı kullanımdan dolayı tükenmekte, senenin belli bir süresince okyanuslara artık ulaşamamaktadır.
TÜRKİYE’NİN SU KAYNAKLARI KURURKEN…
“Çin’de yaşamın anası Sarı Nehir”, 1972 yılında insanlığın hatırlayabileceği en eski çağlardan bu yana ilk defa olarak 15 gün boyunca okyanusa ulaşamadı. Bu süre geçen zaman içerisinde giderek arttı ve 1997 senesinde Sarı Nehir deltası 226 gün boyunca kurudu kaldı… (3*-1) ABD’deki Colorado nehri, yedi eyaletten geçerek okyanusa ulaşabilmeye çalışırken, nehirden o kadar fazla su çekilmekte ki Colorado nehri denize tek bir damla su ulaştıramamakta (3*-2) . Türkiye’nin en uzun nehri olan Kızılırmak da çok farklı bir durumda değildir. Üzerindeki var olan ve yeni yapılan barajların su tutma sürecinde nehir, yaz aylarında yer yer kurumaktadır. Bu liste çok uzun. Göller de bu durumdan nasibini almış durumda. Örneğin dünyanın en büyük dördüncü gölü olan Aral Gölü hacminin % 80’ini kaybetmiş durumda. Geri kalan su miktarı ise eskisine göre on kat daha tuzlu olup, gölde balık ve su kuşu kalmamıştır. (3*-3) Türkiye’de en büyük tatlı su gölü olan Beyşehir gölü, önemli miktarda su kaybına uğramış olup, yüzey alanı % 30 azalmıştır. (4*-1)
YER ALTI SULARI BİNLERCE SONDAJ KUYUSUNUN TEHDİDİNDE
Yeraltı suları genelinde sınırlı bir kaynak. Yeryüzünün ulaşılamayan derinliklerindeki su birikimlerini saymaz isek, diğer yeraltı akarsuları ve durgun su birikintileri (Akifer), yağmur sularının alt katmanlara uzun zaman süreleri içerisinde sızması ile oluştuklarından, kendilerini süratle yenileme imkânına sahip değillerdir. Derin sondajlarla ulaşılan bu yer altı kaynaklarının çoğunda kullanılan su miktarı, kaynağın kendini yenileyebilme kapasitesinin üzerinde olduğu için, akiferlerin pek çoğu hacimlerinin önemli bir bölümünü halen kaybetmişlerdir. Örneğin, yarım milyon kilometrekare yüz ölçümü ile ABD nin bilinen en önemli yeraltı su kaynağı “Ogallala-Aquifer”inden, üzerinde bulunan 200 bin kadar sondaj ile dakikada 50 milyon litre su çekilerek amansızca talan edilmekte ve süratle boşalmaktadır. Tahminlere göre Ogallala-Aquifer’i halen sahip olduğu su miktarının yarısını kaybetmiş bulunmaktadır. (3*-4)
KONYA HAVZASINDA 95 BİN SONDAJ YER ALTI SULARINI YOKETTİ
Türkiye’de de durum dünyanın diğer bölgelerinden farklı değildir. Örneğin, Türkiye’nin tahıl ambarı olarak adlandırılan İç Anadolu’da, özellikle de Konya Kapalı Havzasında akut su sıkıntısı vardır. Mevcut 95 bin sondaj ile yeraltı suları büyük bir süratle boşaltılmakta toprak nemi süratle düşmektedir. (4*-2) Sorunu çözebilmek amacı ile başka bölgelerin suyunu (Mavi Tünel Projesi) tüneller ile havzaya taşıma çalışmaları yapılmakta, mevcut sorun başka bölgelere taşınmaktadır.
DÜNYANIN SUYUNU KİM HORTUMLUYOR?
Su kaynaklarının kullanıcılar arası dağılımı, % 70 tarım ve hayvancılık, %20 Endüstri ve % 10 Bireysel Kullanım olarak (2*-2) tanımlanmaktadır.
Burada en çok kullanımın tarım ve hayvancılık olduğu görülüyor. Sorunun en çok dikkatle irdelenmesi gereken noktası da burası. Sözü geçen “Tarım ve hayvancılık”, kırsalda yaşayan çiftçinin sürdüregeldiği geleneksel tarımsal faaliyeti değildir. Hayvancılık da köylünün beslediği birkaç inek, koyun keçi ve bahçesindeki 10-15 tavuk değildir. Sözünü ettiğimiz “Tarım”, küresel “tarım konzern”lerinin ele geçirdikleri çok büyük tarım alanlarında, gerçekleştirdikleri “kitlesel tarım”dır. Toprak Gaspı (land grabbing) diye adlandırılan; Afrika’da, Güney Amerika’da Doğu Avrupa ve Asya ülkelerinde 49 ile 99 yıllığına kiralanan milyonlarca hektar arazide yapılan sözde “modern” tarım, yoğun sulama ile gerçekleştirilmektedir. Bu arazileri su hakkı ile birlikte kiralayan söz konusu tarım konzenleri, inanılmaz miktarlardaki suyu çevre nehirlerden veya akiferlerden çekmekteler.
ANNE SÜTÜNDEN PLANKTONA HER ŞEY KİMYASALA BULANDI
Kitlesel tarımda kullanılması kaçınılmaz olan milyonlarca ton kimyasal gübreler, herbisitler (yabani ot ilacı) ve pestisitler (haşere ilaçları) kaçınılmaz olarak sulama suyuna karışmaktadır. Böylesi kirletilmiş olan sulama suları taşıdığı yoğun tarım kimyasalları ile yer altı sularını ve giderek akar suları ve gölleri kirletmektedir. Bu kimyasalların içeriğinde bulunan kimi maddeler öylesine tehlikelidir ki bu maddeler dünya durdukça varlıklarını koruyabilme özelliğine sahiptirler (PCB, Dioxin gibi). Günümüzde bu zehirli maddelere denizlerde yaşayan çok küçük canlılardan (plankton) tutun, anne sütüne kadar her yerde rastlanabilmektedir.
KİTLESEL BESİ HAYVANCILIĞI SULARI NASIL KİRLETİYOR?
“Modern Hayvancılık” da denilen kitlesel besi hayvancılığı, yoğun su kirliliğini oluşturan bir diğer neden olarak önümüze çıkmaktadır. Tüm Dünyada kitlesel besi hayvancılığı kimsenin hayal edemeyeceği boyutlardadır. Dünyanın en büyük tavuk kesimcilerinin günlük(!) milyonlarca tavuk işlediklerinin, domuz kesimcilerinin ( örneğin Smithfield ) günlük 113 bin domuz işlediğini, sığır kesimcisi (örneğin JBS Swift Group) günlük 85 bin sığır işlediğini düşünürseniz, göreceli olarak dar alanlara yoğunlaşmış bir kitlesel besicilik olgusunun yaratacağı çevre kirliliğinin boyutlarını belki bir miktar göz önüne getirebilirsiniz. Dar alanlara sıkıştırılmış on binlerce hayvanın günlük sıvı ve katı dışkılarının oluşturacağı atık dağları öyle tarlalara gübre diye dökülebilecek boyutlarda değildir. Olguyu bir parça görselleştirebilmek için bir alıntı: “ ABD/ North Carolina da Smithfield isimli besicilik şirketinin beslediği domuzların atıklarından “Lagune” dedikleri göletler oluşturdukları, bu göletlerde toplanan on binlerce hayvanın sıvı ve katı dışkılarının ve diğer toksik atıkların çürüme süreci içerisinde oluşan bakteriyel ortamdan dolayı pembe eflatun bir renk aldığı… 1995 yılında bu göletlerden birisinin yıkıldığı ve 95 milyon litre yüksek derece kontamine sıvı atığın yakındaki Neuse Nehrine aktığı… Ayrıca yağmurların şiddetli olduğu zamanlarda bu göletlerin taşarak içeriğinin etrafa yayıldığı… Doksanlı yılların sonunda “Floyd” kasırgası North Carolina’yı tarumar edip sular altında bıraktığında bu göletlerdeki pisliğin etrafa yayıldığı ve domuz ölülerinin sokaklarda yüzdüğü…” (5*)
YÜZMİLYONLARCA DOMUZ VE SIĞIR BESİCİLİĞİNİN BEDELİ
Yukarıdaki bilgiler, Almanya’daki “Die Zeit” isimli haftalık gazetenin ekonomi sayfalarından alınmıştır. Bu sadece büyük bir domuz besleyicisinin besi süreci sonucu, çevre nehirlerinin ve yeraltı sularının kirletilmesine olan katkısıdır. Dünya çapında kapalı alanlarda kitlesel besicilikle yetiştirilen milyarlarca kanatlı hayvan, yüz milyonlarca domuz ve sığır besiciliğinin sebep olduğu toplam su kirliliğini herkes kendince hayal edebilir. Bence etmeye de çalışmalıdır.
BİR OTOMOBİL ÜRETMEK İÇİN 50 BİN LİTRE SU GEREKİYOR
Küresel olarak su kullanımında ikinci büyük kullanıcının endüstri olduğunu yukarıda yazdım. Sadece iki kısa fakat çarpıcı örnekle okuyucuya olgunun boyutları hakkında fikir vermeye çalışalım. Bilindiği gibi ham petrol yeraltında birkaç bin metre derinlikte, yer katmanları arasında bulunan yoğunluğu (viskozite) genelinde yüksek bir yağ. Binlerce metre derinlikten bu yağı emerek yeryüzüne çekmek mümkün değil. Kendisi sudan hafif olduğu için yeraltına su pompalanmakta ve bu sayede suyun petrolü yukarı doğru kaldırması (taşıması) sağlanmakta. Bir örnek ile söylemi biraz somutlaştırmaya çalışayım: “Kanada’nın Alberta Eyleti’nde yıllık olarak üretimi devam ettirmek ve basıncı arttırmak için petrol kuyularına basılan su miktarı yıllık olarak 204 milyar litreyi bulmaktadır. Bu miktar su 70 bin kişilik bir şehrin 20 yıl boyunca içme suyu ihtiyacını karşılayabilirdi. Olgunun en olumsuz yanı ise, kuyuya pompalanan onca suyun, petrol bittikten sonra bir daha kullanılamayacak kadar çeşitli kimyasal maddelerle kirletilmiş (kontamine) olması. (3*-5)
Endüstrinin su kullanımına iki örnek daha verelim. Örneğin: “Bir otomobilin üretimi için 50 bin litre su gerekmekte. Bir orta boy mikro chip fabrikası saatte 400 bin litre kullanmakta…(2*-3)
KİTLESEL TARIM VE HAYVANCILIK SUYUN YÜZDE 70’İNİ KULLANIYOR
Bu örneklerin ışığında iki tespitte bulunabiliriz. Birincisi, en önemli su kullanıcısı “kitlesel tarım” ve “kitlesel besi hayvancılığı”dır. Bu tür tarım ve hayvancılık faaliyetleri sadece var olan su kaynaklarının çok önemli bir bölümünü (%70) kullanmıyorlar aynı zamanda bir kısmını da bir daha kullanılamayacak derecede kirletiyorlar. İkincisi endüstri çok değişik oranlarda olmak üzere önemli bir temiz su kullanıcısı. Kullandığı suyun önemli bir bölümü ise öylesine kontamine olmakta ki insanlar ve tüm canlılar için ilelebet kaybolup gitmekte.
Geriye insanların genel olarak % 10 olarak ifade edilen su kullanımı kalıyor. Bu suyun da en önemli bölümünü “gelişmiş batı ülkelerinin”, özellikle de şehirlerde yoğunlaşmış “modern” insanları kullanıyor. ABD’de günlük olarak kişi başı su kullanımı 200 litre civarında. Bu miktar Almanya’da 130 litre . Üçüncü dünya ülkelerinde ve buralardaki dev metropollerin gecekondularına sığınmış, nerede ise “kayıt dışı” insanlar diye nitelendirebileceğimiz kişilere günde düşen su miktarı 10 litreyi bulmuyor.
SU SORUNUNUN BOYUTLARI…
Görüldüğü gibi, küresel olarak miktarı sabit olan (artmayan) tatlı su kaynakları hoyratça kullanılmakta, aşırı olarak tüketilmekte. Diğer bir ifade biçimi ile bir daha kullanılamayacak şekilde kirletilmekten dolayı tatlı suyun, canlıların kullanımına uygun miktarı giderek azalmakta ve kalitesi bozulmaktadır.
Var olan tatlı su kaynaklarındaki azalmaya karşı, suya olan talep ise aksine artmaktadır. Dünya nüfusunun artmasından doğan ek bir su talebi ve birey olarak kişi başına daha fazla su kullanmaya başlanılması sonucunda insanların bireysel su talepleri sürekli olarak artmaktadır. Bu gelişmeye kıyasla çok daha vahim bir gelişme ise tüm dünyada oluşturulan “Kitlesel Tarım” baskısıdır. Kırsalda yaşayan ve geleneksel tarım ile uğraşan geniş insan yığınları şehirlere yönlendirilmekte ve boşalan topraklarda giderek artan boyutlarda “Pazar İçin Kitlesel Tarım” yapılmaktadır. Böylece en büyük su kullanıcısı ve kirleticisi olan kitlesel tarımın su talebi, insanların bireysel su kullanımı ile kıyaslanamayacak boyutlarda artış göstermektedir. Kitlesel hayvancılık da aynı boyutlarda artan bir su talebi ile karşımızdadır. İkinci büyük su kullanıcısı olan, endüstride de durum farklı değildir. Bir yanda demir çelik, bir yanda petrol; bir yanda kimya öte yanda elektronik dalı ve diğerleri, katlanarak artan bir su talebi ile ortaya çıkmaktadırlar.
Bir yanda gittikçe azalan tatlı su kaynaklarının durumu ile tamamen ters yönde olan tatlı su talebi patlamasını yan yana koyduğumuz zaman var olan “Su Sorununun” boyutlarını kabaca çizmiş oluruz. Su sorunu: “Tüm doğanın suyunu ele geçirmeye çalışanlar, suyu alabildiğine sorumsuzca tüketenlerdir!”, olarak saptanılabilir.
KÜRESEL FİNANS OLİGARŞİSİ YAŞAMIN KAYNAĞINA HÂKİM OLACAK
Küresel Finans Oligarşisi suyun ticari bir meta haline getirilmesi ile; hiçbir zaman tükenmeyecek, üretimi için önemli bir çaba gerekmeyen ve insanlık var oldukça asla eksilmeyecek talebe cevap verebilecek, stratejik bir nesneyi ele geçirmiş olmakta. Daha öz bir deyişle “yaşamın kaynağı”nın hâkimi olmuş olacaktır. Bu durum ne derece büyük bir güç demektir? KFO bu gücü ne için ve nasıl kullanacaktır? Bu soruların cevabını önceden kapsamlı olarak tanımlamaya çalışmak son derecede yaşamsal öneme sahiptir.
TÜRKİYE KÜRESEL SU OYUNUNUN NERESİNDE?
Türkiye’deki durum da ‘küresel su sorunu’ndan bağımsız olmayıp, küresel olarak var olan sorunun bir parçasıdır ve sadece ayrıntılarda bize özgü yansımalar içermektedir. Bir takım aklıevveller, kendilerine küresel merkez tarafından verilen işareti iyi anlamışlardır. Bir yandan ülke içerisinde devlet gücüne yaslanırken, öte yandan göbekten bağlı oldukları küresel finans ağı vasıtası ile, kendilerine ayrıcalıklı konumlar elde edebileceklerini umanlar bu “çapul” un içersinde yer almaktan çekinmiyorlar. Bireysel bir şeyler kazanma hırsı ile derin bir yok olma korkusunun yarattığı paniğin, böylesi iç içe olduğu durumlar aslında büyük felaket anlarında ortaya çıkar. Örneğin büyük bir deprem felaketinde, pek çok insanı altına alan yıkıntılar arasında, daha bir kaç saat evvel canlarını zor kurtarabilmiş olan kimi yaratıkların, harabeler arasında yağmaya başlamaları gibi. Hidroelektirik Santralleri (HES) yapıyoruz diye, tüm su kaynaklarını bir birbirlerine bağlayarak bileşik bir su sistemi oluşturuyorlar ve (kutsal?) özel mülkiyete geçiriyorlar. Sistem oturana kadar da insanları bin bir sinsi yöntem ile oyalıyorlar. Yakın gelecekte sistem oturduktan sonra, polisi ve askeri ile sahibi oldukları özel mülklerini (su kaynaklarını) nasıl acımasızca savunduklarını da göreceğiz.
KRALLAR, ŞEYHLER İSTANBUL SU FORUMU’NDA BULUŞACAK
Uluslararası Su Forumu 27-29 Mayıs arasında İstanbul’da toplanacak. Krallar, Prensler, Şeyhler, BM yüksek bürokrasisi, adını duymadığımız Bankaların üst düzey yöneticileri ve direk görevli bazı politikacılar; kısacası Küresel Finans Oligarşisinin “elit” kadroları İstanbul’da toplanacak ve Dünya su kaynaklarını ele geçirme sürecinde yeni aşamaları konuşacaklar. Biz sıradan insanların temsilcileri orada olamayacak. Bırakın bizlerin fikrinin alınmasını, kapalı kapıların ardında yapılan pazarlıkları duymamız bile istenmeyecektir.
‘BİREYSEL DİRENİŞ, KURTULUŞUN BAŞLANGICIDIR!
Aydın ve insani sorumluluk duygusunu yitirmemiş çağdaş insanın bu oluşuma sırtını dönmeyeceğini umuyorum. Başlı başına bir mucize olan dünyamızın ve üzerinde oluşmuş olan, sayısız yaşam biçimlerinin dünya durdukça var olabilmesi için, insan denilen canlıya büyük sorumluluk düşmekte. Ben, pek çok sorumlu insanın, kendinden başlayarak ve sabırla, küçük adımlar halinde “farkındalığın” artmasına katkı sağlayabileceğine, kendince bireysel bir direniş tohumu oluşturabileceğine derinden inanıyorum.
Unutmayalım, “bireysel direniş, kurtuluşun başlangıcıdır!”
Saygılarımla
Erhan Ünal
http://www.kuzeyormanlari.org/2014/06/17/son-damlasina-kadar-suyu-paraya-cevirecekler/
İlgili Dosyalar:
- suun son damlasi [JPG] [108.14K]