Türkiye’de kadına yönelik şiddet artarak devam ediyor. Her gün yakılarak, kezzap atılarak, bıçaklanarak, kurşunlanarak, dövülerek öldürülen kadınların yanı sıra kayıtlara “kadın cinayeti” olarak geçmeyen pek çok intihar ve ölüm vakası da var.
Yasanın yapılma sürecinde 200’ü aşkın kadın örgütünün dahil olduğu Şiddete Son Platformu yasanın eksiklerini ve mantığını eleştirmişti. Platformun emek verenlerinden Avukat Hülya Gülbahar ve Akademisyen Gökçeçiçek Ayata ile 2 yıllık süreci ve şiddet sorununun “yasalara sıkıştırılmaması” gereken yönlerini konuştuk.
Şiddet rakamlarının artışı tartışıldığında Hükümet yetkilileri hep “rakamlar artmıyor, olaylar görünürleşiyor” cevabını verdi. Böyle mi hakikaten? Gerçek tabloda ne var?
Hülya Gülbahar: İki klişe var; biri bu söylediğin, diğeri de “Bütün dünyada kadına yönelik şiddet var, Türkiye’de kadına yönelik şiddet dünya oranlarıyla eşit”. Tabii ki bütün dünyada kadına yönelik şiddette artış var. Neoliberal politikalar, muhafazakarlığın yükselişi, kitle iletişim araçlarının insanlığa dayattığı cinsiyetçi roller… bütün bunlar şiddeti artıran faktörler. Ama kadına karşı şiddetle gerçekten mücadele eden ülkelerin çalışmalarına baktığımızda, son 5 yıl içinde artış ne oldu sorusunun cevabını hemen verebiliyorlar, çünkü doğru bir biçimde ölçebiliyorlar. Ama Türkiye’de bakanlıkların verdiği rakamlar bile birbirini tutmuyor. AKP’nin iktidara geldiği yıldan 2009 yılının ilk 7 ayına kadar sadece kadın cinayetleri -kadına yönelik şiddet değil, kadın cinayetleri- yüzde 1400 arttı. Sistematik bir artış söz konusu. Ama bizzat devletin rakamları çarpıttığını görüyoruz.
Nasıl oynanıyor bu rakamlarla?
Hülya Gülbahar: 2009’un ilk 7 ayındaki kadın cinayetleri için İçişleri Bakanı Saadettin Ergin’in verdiği rakam 952. Geçen sene Aile ve Sosyal Politikalar Eski Bakanı Fatma Şahin, 2009 yılındaki toplam sayı için 171 dedi. Kadınların dirilmiş olması lazım!
Bizi oynanmış rakamlarla tartışmaya çekmek istiyorlar. Geçen gün bir kadın çok izlenen bir televizyon kanalında “AKP döneminde kadına karşı şiddet ve ayrımcılık arttı diyenler ikiyüzlüdür” dedi. Kulaklarıma inanamadım. “Her şey eskiden de böyleydi” klişesi de çok önemli. Hayır. Türkiye’de yeni bir şey var: kağıt üzerinde de olsa kadın-erkek eşitliği fikri, ilkesi tartışmaya açıldı. Bu, daha önce olmamıştı. Şimdi devletin bütün mekanizmalarında, en tepeden en aşağıya kadar kadınlarla erkeklerin eşit olmadığına inanan bir örgütlenme var. İşte, Bingöl Belediye Başkanının söylediği söz: “Kadın belediye başkanı, başkanvekili olamaz, örfümüz ve dinimiz buna cevaz vermez, toplum bunu hazmetmez”. Bu söz ayrımcılıktır, TCK’ye göre suçtur, partisinden ihraç edilme nedenidir.
Bir yandan da “En iyi yasalar bu dönemde yapıldı, uluslararası sözleşmeler bizim dönemimizde imzalandı” diye bir söylem var ama…
Hülya Gülbahar: AKP’nin ilk döneminde “Türkiye’de ikinci kadın devrimi” falan diye manşetler atılıyordu yasal adımlar için. Biz biliyoruz ki o dönem Medeni Kanun’da, Türk Ceza Kanunu’nda, şiddetle mücadele yasasında yapılan değişikliklerin bütün alt yapısının çerçevesi AKP döneminden önce çizildi. Örneğin bizim çabalarımızla TCK’de yapılan değişikliğin taslağı çizildi, AKP 2002’de iktidar olduğunda önünde o taslakları buldu. Artık o taslaktan geriye gitmesi çok zordu. O dönem bir tek TCK’de değişiklik yapıldı. İstanbul Sözleşmesi dediğimiz Kadına Karşı Şiddetle Mücadele Sözleşmesi çekincesiz imzalandı. Bu önemli, doğru bir işti. Bunların dışında yeni çıkan şiddet yasası aslında eski yasayı prensip olarak tekrarlamaktan ibaret. Şimdi bu “ikinci kadın devrimi” olgusu şuna dönüştü Türkiye’de: “rakamlarla oynamak”, kadını ortadan kaldırmak!
Devlet mekanizmalarında zor bela kurdurduğumuz kadın birimleri ortadan kaldırılmaya başlandı. TÜİK’teki birim bile kaldırıldı, düşünün. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğünün web sayfasına bakın; Türkiye kadın hareketi kronolojisi 2002’de bitiyor. 2002’den sonra Türkiye’de kadına dair hiçbir şey yok!
EŞİTSİZLİĞİ ARTIRIRSANIZ ŞİDDETİ KÖRÜKLERSİNİZ
Kadına yönelik şiddetin hep bir hukuki mesele olarak ele alındığını, her tarafta “Yasalar iyi ama uygulama kötü, eğitimsiz polisler, hakimler yüzünden yasalar uygulanmıyor” gibi tartışıldığını görüyoruz. Şiddet sorunu hukuki bir mesele mi? Bu rakamlar işini doğru düzgün yapmayan, cinsiyet eğitimi almayan hakimlerin polislerin meselesi mi?
Gökçeçiçek Ayata: Yasaların iyi olduğu söylemi kısmen haklı ama adalete erişim sadece yasalarla sağlanmaz. Adliye binalarının yapısından, içeride danışma bulunup bulunmamasına, oraya giden kadının çocuğunu bırakacağı yer olup olmamasına, kaç vasıtayla eriştiğine, avukata erişip erişemediğine, dava harçlarına, mahkeme masraflarına, o kanunları anlayıp anlamadığına ve daha da öncesi o kanunları bilip bilmediği ile ilgili. Bir önceki şiddetle mücadele kanunu döneminde yapılan araştırmalar kadınların yüzde 53’ünün zaten bu yasayı bilmediğini gösteriyordu. Şu anki yasayla ilgili bir araştırma yapılsa bence yine aynı oran çıkacaktır. Kadınlar haklarını bilmiyorsa, adalete erişiminin doğrudan önü kesilmiş oluyor.
Yalnızca şiddet sorunu değil, her şey çok hukukileşti ve mücadelenin pozitif hukuk üzerinden yürümesi çok sıkıntılı. Çünkü pozitif hukuk kuralları içerisinde siz çeşitli düzenlemeler yapabilirsiniz. Ancak ihtiyaçlar belirlenmeden, etki analizi yapılmadan yapılan yasaları daha iyiye doğru ilerletmeniz çok mümkün olmuyor. Bir taraftan da hukuk kadınlara çok büyük bir koruma kalkanı oluşturuyormuş yanılgısı yaratılıyor. Son dönemde kadınların hemen hemen hepsi boşanma evresinde ya da ellerinde koruma kararı varken öldürüldüler. Bu, algıyla ve tutumlarla ilgili çok ciddi bir problemin sonucu. Kadınlar karakollarda polislerin “biz de karılarımızı kızlarımızı dövüyoruz” söylemiyle çok sık karşılaşıyor. Kadınlar eve gönderiliyor, ya da prosedür o kadar uzatılıyor ki kadınlar caydırılıyor.
Hülya Gülbahar: Yasaların değişmesi yetmez, zihniyetin değişmesi lazım. Şimdi zihniyet tersinden değişiyor. Sorun şudur; kadına karşı şiddet toplumda kadınlarla erkekler arasındaki eşitsizlikten, güç eşitsizliğinden kaynaklanır. Siz eşitliği sağladığınız sürece şiddetle mücadele etmiş olursunuz, eşitsizliği artırırsanız şiddeti körüklersiniz. Türkiye’de zihniyet şiddeti kutsayan ve kadınlarla erkeklerin eşit olmadığını enjekte etmeye çalışan bir zihniyet. Malat-ya’da bütün şehri “Kadına köle olma, ailene reis ol” pankartlarıyla donattılar, 1 Ocak 2002’den beri Anayasa’ya göre ailede reis yok, aile eşler arasında eşitlik ilkesi üzerinden kurulmalı. Bütün kenti kadınların her türlü eşitlik ve hak arayışına karşı erkekleri kışkırtan bir afişle donattığınızda hiçbir yaptırımı olmuyor bunun. Bakın, TÜİK neredeyse her ay boşanma istatistiği yayımlıyor, “Aileler dağılıyor” propagandası yapılıyor. Topluma sürekli olarak boşanmanın kötü olduğu, aile içerisinde çocuk cinsel istismarından tutun da, kadına karşı şiddet her türlü işkence yapılsa da o ailenin mutlaka korunması gerektiği propagandası yapılırken, boşanmak istediği için, ayrılmak istediği için öldürülen kadınların sayısının artmaması mümkün mü? Türkiye’de ana problem eşitlik fikrinin ortadan kaldırılmaya çalışılması.
Eşitlik tabii ki en temel ilkelerden biri. Ama her gün 5 kadının öldürüldüğü gerçeğine, bu yakıcı gerçekliğe ilişkin somut bir mücadele hattı çizilemez mi?
Hülya Gülbahar: Koruma kararlarından medet uman kadın kampanyaları var. Bu, yine hukuka gereğinden fazla misyon yüklemektir. Uygulamadıktan sonra istersen dünyanın en güzel kanununu yap! İlk imzacısının Türkiye olduğu Avrupa Konseyi Sözleşmesinde şiddetle mücadele için tespit çok net: Kadınlarla erkekler arasında güç eşitsizliğini ortadan kaldıracaksınız. Bir devlet eğer sürekli “Kadınlar erkeklere bağımlı olmalıdır, kadın evinin kadını olmalıdır, kadından anneliği çıkardığında geriye bir şey kalmaz, kreş eken huzurevi biçer” propagandası yaptığında o ülkede kadınlar şiddet görmeye devam eder.
Cinayet nerede başlıyor? Kadınları eşit görmeyen, kadın üzerinde erkeklerin kontrol kurmasını isteyen ilk davranışla… Kadına yönelik şiddetle ilgili bütün dünyanın bulduğu kurumlar şunlar: Alo Şiddet Hattı. Türkiye, imzaladığı sözleşmelerle bunu açmak zorunda kaldı. Ama hat, şehir yakınları, gaziler, yaşlılar, engelliler, kimsesizlere tahsis edildi. Hani neredeyse sokak hayvanlarının telefon etme yetisi olsa onlar için bile aynı hat kullanılacak! Bu sözleşmelere göre cinsel şiddet kriz merkezleri açılması gerekiyordu. Bunu yasaya bile sokmadılar.
Aslında, 7/24 çalışan, kadın aradığı anda koruma hizmetinin başlayacağı bir uzmanlık hattı ve merkezinin olması gerekiyordu. Sığınakların, danışma merkezlerinin içi “erkeklere de hizmet edeceğiz” mantığı çok kuvvetli olduğu için boşaltılıyor. Şiddet Önleme Merkezleri kuruldu, şiddet uygulayan adamla kadın aynı kapıdan girecekler, çıkacaklar ve merkez aslında ikisine de aynı hizmeti verecek! Bu mantıkla o danışma merkezlerini kurarsanız oradan kadına karşı şiddetle ilgili hiç bir sonuç alamazsınız.
ŞİDDETLE MÜCADELE YASASI CİNSİYETSİZLEŞTİRİLİYOR
Hükümetin çok övündüğü şiddet yasasının kabul edilmesinin üstünden iki yıl geçti. Tablo nasıl görünüyor?
Gökçeçiçek Ayata: Şu an en yakıcı ve kadın hareketinin en çok uğraşması gereken noktalardan biri bu yasanın giderek cinsiyetsizleştirilmesi. Şiddeti uygulayan erkek de yasadan yararlanıp kadını fail durumuna sokuyor. Ve olayın kendi özelliklerine bakmaksızın, kanunda yazılı birkaç tedbir üzerinden karar veriliyor. Oysa hakimler aslında kadının yaşadığı olayı gözetip, ona göre karar vermeli ama hakimlerin hemen hepsinde şu anlayış var: “Adam evin geçimini sağlıyor, adamı evden uzaklaştırırsak ne olacak? Adam köprü altında mı yatsın?”. Araştırmamızda bir savcının, şiddet uygulayan eşinin evden uzaklaştırılmasını isteyen kadına “Niye, eve sevgilini mi atacaksın” dediğini gördük. Algı bu. Tabii ki yasalar çok önemli, denetleme önemli. Ama söylem bu kadar eşitlikten uzak olduğu sürece ve giderek tüm tartışmayı yasa maddelerine sıkıştırdığı sürece hareket alanımız daralacak.
Bir de şiddet gören kadınlara yakın koruma sağlanması çok caydırıcı bir yöntem gibi sunuldu hep. Uygulama ne gösteriyor?
Gökçeçiçek Ayata: Yakın korumaların harcırahlarının nasıl, kim tarafından karşılanacağı bilinmiyor. Yakın korumayla ilgili koruma hizmetleri yönetmeliği gizli olduğu için paylaşılmıyor. Sadece ilgili maddeyi görebiliyoruz ve aslında bizi koruyacak yönetmeliğe yani hukuk metnine ulaşmamız engellenmiş durumda... Uygulamada, bazı durumlarda yakın koruma araçla geliyor, bazı günler kadın o polis aracıyla gideceği yere götürülüyor. Bazı durumlarda kadına “Sen toplu taşımaya bin, biz seni arkadan takip ediyoruz” deniyor. Yaşanmış bir örnek: Kadın, artık defalarca aramaktan çekinir hale gelmiş, “Pazara giderken bile aramak zoruma gitti” diyor ve aramadığı gün kocası tarafından vuruluyor. Sonrasında anlatıyor: “Beni hastaneye götürdüler, kapıda korumalar birbiriyle kavga ediyordu, ‘Benim sürem bitti, ben gideceğim, sen gel’ diye”. Yakın korumayla ilgili hem masraflarla ilgili bir problem var hem de aslında uygulamada polislerin hiçbiri yakın koruma olarak çalışmayı tercih etmiyor. Bu türden korumanın herhangi bir standardı olmadığı için ve zaten herhangi bir hukuki metne de ulaşamadığımız için buna dair görevi ihmal, suistimalleri de takip etmemiz çok zorlaşmış oluyor.
NE YAPMALI?
Hukuka sıkışmamak gerektiğini söylüyorsunuz ama “koruma kararları uygulansın, adalete erişim parasız hale getirilsin, yasaları uygulamayanlar cezalandırılsın” gibi somut talepler anlamlı değil midir sizce?
Hülya Gülbahar: Maalesef Türkiye’de hukuk sistemi üzerinde daha önce duyduğum umudumu kaybetmek üzereyim. Her şey pamuk ipliğine bağlı geliyor bana. Bakın, kürtaj meselesinde kadınlar ayağa kalktı, tamam kağıt üzerinde yasaklanmadı ama fiilen kürtaj yapan tek bir hastane bile neredeyse kalmadı. Ben, bu iktidar ve bu zihniyetle sorunların çözüleceğini değil, katmerlenerek artacağını düşünüyorum. Eşitlik meselesini bilince çıkarmamız gerekiyor. Kadınlar mutlaka birbiriyle buluşmalı ve örgütlenmeli. Kadın dayanışması şiddetle mücadelede en önemli dayanağımız. Her kadının en az 3 komşusu olması, işyerinde en az 3 arkadaşı olmalı. Bunlarla kuracağı örgütler en önemli ve en güçlü örgütler olabilirler.
KADINLAR ADALETİ KENDİLERİ Mİ SAĞLASIN?
Son dönemde “madem hukuki alanda kadına yönelik şiddetin önlenmesi için hiç bir somut adım atılmıyor, o zaman kadınlar kendi adaletini kendileri sağlasın” tartışmaları da var. Ne düşünüyorsunuz buna ilişkin?
Hülya Gülbahar: Yanlışlarda eşitlik bizi bir yere götürmez. Savunmayla, meşru müdafaayla şiddet uygulamayı birbirine karıştırmamak gerekiyor. Ya da intikam almayı, ceza vermeyi birbirine karıştırmamak gerekiyor. “Ne güzel cezasını verdik” sempatik görülebilir ilk andan. Ama çok hukukluluk noktasına bizi götürecek tartışmalar bunlar. Ve kadınlar için tehlikeli buluyorum. Ne istiyoruz biz? Erkeklerin penisleri mi kesilsin? İdam cezası geri mi gelsin memlekete? Dünyanın neresinde çözüm oldu ki bunlar Türkiye'de olsun? Bazen kadınlar öfkeyle çok anlaşılabilir bir duyguyla “cezalar ağırlaştırılsın” diyor. Ama kadın cinayetlerinde ağırlaştırılmış müebbet doğru uygulansa yeter. Cezaların caydırıcı olması için doğru bir miktarda olması lazım. Siz çocuk cinsel istismarını idamla cezalandırırsanız her istismar ettikleri çocuğu tek tek öldürür istismarcılar bu sefer. Cezaların dengeli olması önemli.
ERKEKLERİ 'EĞİTMEK' ÇÖZÜM MÜ?
Pek çok kadın şiddetle mücadele için esas olarak erkeklerin eğitilmesi gerektiğini düşünüyor. Aile İrşat Merkezleri’nde verilen “Allah korkusu”, aile merkezlerinde erkeklere öfke yönetimi dersleri, merhamet eğitimleri verilmesi onaylanıyor. Siz ne diyorsunuz?
Gökçeçiçek Ayata: Şiddet uygulayan erkek işyerinde patronuna ya da arkadaşına öfkelendiğinde onlara şiddet uygulamıyor, bu erkek “hasta” bir erkek değil. Oradaki iktidarla ilgili bu. Dünyadaki örnekler de şunu gösteriyor: erkek eğer şiddeti kesmek istiyorsa o zaman alacağı destek işe yarıyor. Ancak erkek bunu istemedikçe, ya da kadını şiddet uygulayamayacağı kadar güçlü görmedikçe devam ediyor. Kaynaklar, uzmanlar, kadrolar, politikalar bu “rehabilitasyon” üzerine kurulacağına kadın-erkek eşitliğini sağlayacak politikalar ve uygulamalar üzerine yapılsa, daha sonuç alıcı olacaktır. BM Nüfus Fonu’nun Türkiye’de yaptığı araştırma 11 yaşın üstündeki nüfusta toplumsal cinsiyet algılarının kalıplaştığını ve artık değişmediğini gösteriyor. Demek ki buna ilişkin birtakım çalışmalar yapılması lazım. 5 kuruşluk bütçenin yarısından fazlası erkeklere “siz hasta değilsiniz” demek için kullanılırken, kadınların sığınabilecekleri yerler, çocuklarını bırakacak kreşler, yaşamlarını sağlayabilecekleri işler için bütçe gerektiğinde “yok” cevabı alınıyor. Şiddeti meşru gören erkeklere bu eğitimlere verilmesinin ilerletici hiçbir yanı olmadığı bu yöntemi deneyen pek çok Avrupa ülkesinde görüldü ve yavaş yavaş vazgeçiliyor bundan. Türkiye ise “ama Avrupa’da da var” diyerek işine gelen biçimde bunda ısrarcı.
Kaynak: Evrensel
İlgili Dosyalar:
- haber fotoğraf [JPG] [10.98K]