Ana içeriğe atla
Image
Sansür Film
Share

Sansürün ve Bir İptalin Hikayesi: Altın Portakal Festivali'ni Altyazı Sinema Derneğiyle Konuştuk

 Türkiye'de festivaller uzun bir süredir sansürle ve yasaklarla anılıyor. İzin verilmeyen  ya da son dakika iptal edilen etkinlikler, festivaller artık gündemin bilindik haberlerinden. Bunun son örneği Antalya'da yaşandı. Bu yıl 60'ncısı düzenlenen Antalya Altın Portakal Film Festivali uzun tartışmalar sonunda iptal edildi. Festival ilk önce Ulusal Belgesel Film kategorisinde yarışmak üzere başvuran Kanun Hükmü adlı belgeseli yargı sürecinin devam ettiği gerekçesiyle yarışma seçkisinden çıkararak gündem oldu. Başta sinema sektörü olmak üzere yoğun tepkiler üzerine film yeniden seçkiye alınsa da hedef gösteren haberlerin ve tehditlerin ardından yeniden gösterimden çıkarıldı. Yılan hikayesine dönem süreç ise festivalin iptaliyle sonuçlandı. Altyazı Sinema Derneği ile festival süreci üzerinden sansürü ve içselleştirilen sansür mekanizmalarını, kültür sanat alanı üzerindeki baskıları konuştuk.

Bu yıl 60'ncısı düzenlenen Antalya Altın Portakal Film Festivali, Ulusal Belgesel Film kategorisinde yarışmak üzere başvuran Kanun Hükmü adlı belgeseli yargı sürecinin devam ettiği gerekçesiyle yarışma seçkisinden çıkararak gündem oldu. Sonra tekrar alındı ve gelinen süreçte festival tamamen iptal edildi. Siz bütün bu süreci düşündüğünüzde durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Altyazı Sinema Derneği olarak yaptığımız açıklamada da belirttiğimiz üzere festival yönetimi sansüre bir bahane icat etti. Hukuki hiçbir temeli olmayan bir gerekçeyle filmi çıkardıklarını ilan ettiler. Açıklamada da belirttiğimiz üzere, sansüre gerekçe olarak gösterilen “adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs suçu” savcı, hâkim, mahkeme, bilirkişi veya tanıkları etkileme amacı içeren, özel kasıtla yapılan sözlü veya yazılı beyanlar için geçerlidir.

Sinemasal bir ifade biçimi olan belgesellerin festivallerde gösterilmesinin böyle bir suça sebep olacağını iddia etmek anayasal güvence altındaki ifade özgürlüğünün ihlalidir. Zaten sonrasındaki bir haftalık süreçte jürilerin ve sinema camiasının tepkisiyle Kanun Hükmü belgeseli programa geri alındı. Daha sonra Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteğini çektiğini açıkladığı ve festivali “terör propagandası” ile itham ettiği basın bülteni geldi. Akabinde hükümet yanlısı medya kanallarının ve trollerin saldırısı ile festival yönetimi tehditlere maruz kaldı ve belgesel tekrar programdan çıkarıldı. Sonunda da Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı hem festivali iptal ettiğini hem de festival yönetimini görevden aldığını açıkladı. Bütün bu korkunç süreç bize zaten sansürün kimin tarafından hangi saikle yapıldığını apaçık gösterdi.

Keşke festival yönetimi ilk açıklamasında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından filmin “terör propagandası” yaptığı iddiasıyla programdan çıkarılması için baskı altında olduklarını ve filmin bu ithamlarla ilgisinin olmadığını söyleyecek cesareti gösterebilseydi. Herhalde şu an geldiğimiz noktadan daha kötü bir noktada olmazdık: Festival iptal edildi, festival yönetiminin işine son verildi, film (ve bir bakıma filmin sansürlenmesine karşı çıkan herkes) hükümet yetkilileri ve hükümet yanlısı medya ve troller tarafından kriminalize edildi. Elimizdeki en önemli kazanım jürilerin ve sinema camiasının hızlı ve tek ses olarak sansürün olduğu yerde olmayacaklarını söylemiş olmaları ve sansürleyen gücün kendini apaçık göstermiş olması.

Sansür bu tür festivallerde her zaman baki

Türkiye’nin en prestijli film festivallerinden Antalya Film Festivali zaman zaman sansürleri aşan ve hatta sansür edilen filmleri ödüllendiren bir festival olarak ve yine bazen de bu yıl yaşanan örnekte olduğu gibi filmlerin festivalde gösterilmemesiyle de biliniyor. Bu dalgalı tutum nereden kaynaklanıyor?

Esasında tam olarak dalgalı bir tutumdan bahsedilemez. Sansür, Altın Portakal gibi belediye organizasyonuyla gerçekleştirilen, Kültür Bakanlığı destekli festivallerde gizli kapaklı olarak her zaman yapılıyor. Özellikle de 2014 (Yeryüzü Aşkın Yüzü… sansürünün Antalya’da gerçekleştiği yıl) sonrası süreçte de şiddet kazandı. Belediye değişimlerinin, belki sadece neyin sansürleneceğinin üzerinde etkisi var. Sansür bu tür festivallerde her zaman baki.

Örneğin Antalya’da belediyenin AKP’de olduğu yıllarda (2014-2019) belgesel yarışması ve ulusal yarışma kaldırıldı. Bu da başlı başına sansürdür, belki tek tek filmlerin yasaklanmasından daha da büyük bir sansürdür. Yani bu yıllarda sistematik hale gelen sansür, görünürlüğünü de yitirdi, gündem olmadı. Dalgalanma varmış gibi görünmesinin asıl sebebi de bu. 2019’da belediye CHP’ye geçince sinema sektörünün iki talebi oldu. Birincisi festivalin belediyeden özerkleştirilmesi, ikincisi de 2014 sansürüyle yüzleşilmesi ve o yıl gösterilemeyen filmleri göstermesi. Maalesef yeni festival yönetimi bu iki talebi de arkasına sinemacıları alıp sahiplenmediği için hem belediyenin hem de bakanlıkların müdahalelerine tabi kaldı. Sonuç olarak da bakanlığın açık müdahalesiyle 2014’te yaşananların ötesine geçen bir sansür vakasıyla karşı karşıya kaldık. 

Çok kanallı bir baskıya karşı sinema sektörü de daha güçlü ittifaklar kurmalı

Uzun bir süredir Türkiye'de festivaller sansürle birlikte anılıyor. Altın Portakal Film Festivali de sık sık hem sanatçıların hem de yönetmenlerin protestolarına tanık oluyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sansürle mücadele için ne söylemek istersiniz?

Geçtiğimiz yıllar içinde festival direktörleri ile sinemacılar arasında güvene dayalı sansüre ve sansür mekanizmalarına karşı birlikte direnecek zeminler oluşturulmadı. Eğer böyle bir zemin oluşsaydı şu an başka süreçlerden başka mücadelelerden söz edebiliyor olabilirdik.  

Sansürün sadece devlet eliyle yapıldığı zamanlardan çok uzağız, aradan 40 küsür yıl zaman geçti. Artık sermaye de, vakıflar da, belediyeler de işin içinde; bağımsız oldukları söylenen ama olmayan festival yöneticileri de. "Kanun Hükmü" vakasında Kültür Bakanlığı dışındaki bakanlıklar bile devreye sokuldu. Hakkında bir yasaklama kararı olmayan, tersine Anayasa Mahkemesi’nin yönetmenin yaptığı bireysel başvuru sonrası belgesele çekim izni verilmemesini ifade özgürlüğünün ihlali saydığı, yani yapımının engellenmesine karşı çıktığı "Kanun Hükmü" filminin gösterimini Adalet Bakanlığı suç ilan edebildi. Artık yeni ve çok daha tehlikeli bir dinamiğin içinde olduğumuz fark edilmeli.

Bir yandan, sadece devletin değil gayriresmi, özel, sözde özerk yapıların da sansür mekaniğine dahil olduğu, bir yandan da doğrudan devlet eliyle sinemacıların suçlu sayılabildiği, hedef gösterildiği bir sürecin içindeyiz. Bu kadar çok kanallı bir baskıya karşı sinema sektörü de daha güçlü ittifaklar kurmalı kendi içinde. Özerk, bürokrasiyle iş yürütmeyen yapılar kurabilmeli.

Ayrıca sinema sektörünün kendisi de bağımsız-muhalif-siyasi belgesel alanını bir tehdit kaynağı olarak görmekten vazgeçmeli. Bu filmler üretiliyor ve üretilecek de, her türlü baskıya rağmen. Bu filmleri sadece birer kriz kaynağı olarak görmemek için sinema sektörünün krizlerin oluşmasını beklemeden örgütlenmesi ve sansüre karşı koyacak kalıcı yapılar oluşturması gerekiyor. Aksi halde her seferinde kriz yönetimiyle uğraşılacak. 

Festival yönetimlerinin ifade özgürlüğünü sonuna kadar korumaya odaklanan bir “el kitabı” olmalı

Bizzat iktidarın bilindik araçlarla değil de sinema camiasından isimlerle sansürü uygulamasını, sektör içinden aktörlerin bu rolü üstlenmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Festival yönetimlerinin sansür baskısına maruz kaldıklarında ya da otosansür süreçlerinin işlediğini gördüklerinde dönüp bakacakları, ifade özgürlüğünü sonuna kadar korumaya odaklanan bir “el kitabı” olmalı. Ama ne zaman böyle bir vaka olsa festival direktörleri ilkelere bağlı kalmak yerine kendilerini belediyenin, hükümet kurumlarının ve sinemacıların arasına yerleştiriyor. “Kriz çıkmadan, olaylar büyümeden bu işi nasıl hallederiz, durumu nasıl kurtarırız?” sorusuna cevap arayan “kolaylaştırıcı” rolüne soyunuyorlar. İlkeleri savunmak yerine “elimize yüzümüze bulaştırmadan nasıl çıkarız bu işin içinden?” sorusunu takip ediyorlar. Halbuki film kültürüne yıllarca hizmet vermiş, bu alanda ehil festival direktörlerini sinemacıların yanında, sinemacıların defalarca savunma iradesini gösterdiği ifade özgürlüğünün yanında görmek istiyoruz. Sansüre direnmek istiyorlarsa sinemacıların ve daha geniş film kültürü aktörlerinin onların yanında olduğunu bilmeleri gerek.

Türkiye’de sinemacıların sansüre karşı ciddi ve tarihi bir direnişi var. Festival yönetimlerinin bunu bilmiyor olmaları mümkün değil; onların tabi oldukları baskıları anlamayacak bir topluluk da değil sinemacılar. Fakat festival yönetimlerinin baskılara direnemedikleri noktada sinemacıların ifade özgürlüğünün ihlaline ve sansüre geçit vermeyi kabul etmelerini de bekleyemez kimse. Buna hukuki gözüken geçersiz bahaneler bulmaya çalışmak herkesin aklıyla dalga geçmek oluyor.

Altyazı Sinema Derneği olarak önerimiz baskı dayanılmaz hale geldiğinde baskıyı şeffaf bir şekilde ifşa etmeleri ve sansüre imza atmamaları. Sansüre sansürü yapmak isteyen imza atsın. Neden Ahmet Boyacıoğlu neredeyse yeni bir sansür mekanizması oluşturabilecek o açıklamayı imzalıyor anlamak mümkün değil.

Altyazı Sinema Derneği olarak taleplerimizden biri bu gerekçeyi geri çekmeleriydi. Ama ne oldu, zaten Türkiye’de sadece ifade özgürlüğünü değil, toplanma, gösteri ve yürüyüş özgürlüğünü kısıtlamak için de sürekli kullanılan “terör propagandası” ithamı festivalin üzerine hükümet ve hükümet yanlısı medya kanalları ve troller tarafından boca edildi. Buna karşı da ne festival direktörleri ne de belediye bir söz üretemedi, sinemacıları yanlarına alarak açıkladıkları programı gerçekleştirmeyi göze alamadılar. 

Image
1977 sansür

*1977 Büyük Sansür Yürüyüşü I Kaynak: Sendika.org

Her tür hak ihlaline karşı bir arada hareket edebilme dışında bir yol yok

2004’e kadar kurumsal bir kimliğe de sahip Türkiye'nin sansür geçmişi ne yazık ki     Sansür Kurulu'nun kaldırılmasıyla rafa kalkmadı. Burada sansürü içselleştirme mi söz konusu? Bunu nasıl okuyabiliriz?

Evet içselleştirme söz konusu tabii ki, ama asıl sorun sansürle mücadelede ortaklaşılamaması. 1977’nin büyük sansür yürüyüşü gibi geniş çaplı ortaklaşmalar olmuyor. Film festivalleri de, bakanlık destekli olanlar, sinemacılarla birlikte hareket etmiyor, bürokratlarla çalışıyorlar.

Siyah Bant’ın sansür ve festivaller üzerine çalışmalar yaptığı yıllarda şunu açıkça gördük: Özellikle de bakanlık destekli festivaller ve belediye festivalleri, sansürle pazarlık yapmayı tercih ediyorlar. Örneğin bakanlık kapalı kapılar ardında bir filmin çıkarılmasını talep ediyor, çıkarmazsan bütçenin yarısını keseceğim diyor, festival bunu kamusallaştırmadan pazarlıkla çözmeye çalışıyor, mesela filmi yarışmaya almak yerine bakanlığa özel gösterim öneriyor vs. Sansürü tanıyan bu pazarlıkçı yaklaşımını da kültür sanat adına yaptığını iddia ediyor. Ben olmasam bu alan da kaybedilirdi diye düşünüyor, kendini iktidardan ayrı bir yere koyuyor vs. Oysa sansürü 1-tanımış oluyor, 2-kurumsallaştırıyor, 3-kamusallaşmasını engelliyor. Dolayısıyla bir içselleştirme var evet ama bu daha çok neoliberal dönemde kamusallığın güç kaybetmesi sonucu yaşanan bir iç-selleştirme, yani ‘içeride çözme’ anlayışı.

Sansürü kanıksama hali seyirciden ve sinemacılardan çok kurumsal düzlemde mevcut, buradan besleniyor. Bu durum tabii ki seyirciyi ve sinemacıyı da etkiliyor, onları da pasifize ediyor. Oysa Antalya’da yaşanan son süreç, sinemacıların 2014 deneyimi üstüne sansüre net bir hayır demek konusunda daha hızlı hareket etmelerini sağlayan bir kabiliyete sahip olduklarını gösterdi.

Kültür sanat alanı üzerindeki kısıtlayıcı politikaların yeni eşikler atlayarak etkisini arttırdığı bir dönemde, sinemacıların her tür hak ihlaline karşı bir arada hareket edebilme ve dayanışma pratiklerini daha da geliştirmeleri dışında bir yol yok.

İlgili Eğitim