Engelliler alanında Türkiye’de temel sorun, konunun tek başına haklar ve özgürlükler temelinde toplumsal bir alan olarak görülmemesinden kaynaklanıyor. Bu durum, engelli bireylerin toplumsal, ekonomik ve siyasal yaşama aktif olarak katılmalarını sağlayacak uygulamaların geliştirilmesini zorlaştırıyor.
Türkiye toplumunda tüm kesimlerin, özellikle de siyasi partilerin, sanatçıların tartışmasız “sahip çıktığı” dezavantajlı grubu engelliler olarak tanımlayabiliriz. Konserlerde, maçlarda, her toplantıda engelliler en öndedir. Siyasi partilerin seçim dönemlerinde odak noktası haline gelirler, yapılan tüm toplantılarda “engelli kardeşlerimizin” sorunları masaya yatırılır. Bir tanıdık vasıtasıyla toplantıya katılan engellinin ya da ailesinin sorunları dinlenir. Sözler verilir. Belediyeler törenle “engelli kardeşlerine” tekerlekli sandalyeler dağıtır özel günlerde. Ne zaman konusu açılsa “hepimiz engelli adayıyız” diyerek karşımızdaki engelliye moral veririz. En zıt görüşteki insanların bile “uzlaşı” içinde oldukları bir meseledir engellilik. Bu söylem ve kampanyalarla engellileri ihtiyaç sahibi ve zayıf bireyler olarak konumlandıran yaklaşım, onları daha da pasif hale getirir ve kısırdöngü bu şekilde devam eder.
Peki gerçek böyle midir? Yani engelliler gerçekten “kardeşimiz” midir?
Toplumsal Haklar ve Araştırmalar Derneği’nin 2013 yılında yaptığı araştırmaya göre, 2013-2014 eğitim-öğretim yılında eğitim gören 13 milyon öğrenci arasında, ilköğretim ve lisedeki engelli öğrenci sayısı sadece 162 bin 896 idi, yani yüzde 0,012’si. Üniversitelerde ise durum çok daha vahim. 2012-2013 yılında üniversitelerde eğitim gören öğrencilerin yalnızca %0,0035’i (on binde 35’i) engelli bireylerden oluşuyordu.
Engelliler ve sosyal yaşam arasındaki mesafe
Engelli çocukların ve gençlerin gelişimi açısından eşsiz bir değere sahip olan “Özel Eğitim” standartlarının yetersiz uygulanması ve Özel Eğitim kurumlarının meseleye ticari yaklaşması ise engelli gençlerin toplumsal yaşama dahil olamamasına neden olduğu gibi devletin her yıl milyarlarca lirayı boşa harcamasına da sebep oluyor.
Toplumsal Haklar ve Araştırmalar Derneği’nin 2013 yılında yaptığı araştırmaya göre, 2013-2014 eğitim-öğretim yılında eğitim gören 13 milyon öğrenci arasında, ilköğretim ve lisedeki engelli öğrenci sayısı sadece 162 bin 896 idi, yani yüzde 0,012’si. Üniversitelerde ise durum çok daha vahim. 2012-2013 yılında üniversitelerde eğitim gören öğrencilerin yalnızca %0,0035’i (on binde 35’i) engelli bireylerden oluşuyordu.
Türkiye’de insan hakları bağlamında engelli bireylerin ya hiç faydalanamadığı ya da sınırlı faydalanabildiği birçok adaletsizlikten söz edilebilir, fakat kuşkusuz eğitim hakkı, temel insan haklarının en önemlisidir. Bu hakkı başka pek çok temel insan hakkından ayıran özelliği, kendi başına bir hak olmasının yanı sıra diğer insan haklarının gerçekleşmesinde ve sosyal adaletin sağlanmasında hayati bir araç işlevi görmesidir.
Rakamlar bize gösteriyor ki, bu işte bir yanlışlık var. Madem kardeşiz, neden en temel hakkımız olan eğitimi alamıyoruz?
Türkiye, Avrupa Birliği adayı, Avrupa Konseyi ve Birleşmiş Milletler üyesi olarak engellilerle ilgili uluslararası tüm çalışmaların ve süreçlerin içerisinde yer alıyor. Engellilerle ilgili uluslararası gelişmeler Türkiye’de konuyla ilgili yasal altyapı kurulmasını desteklese de engelliler alanında yapılanma ve konunun ele alınış biçimi, kurulan sistemin uygulanmasındaki başarı düzeyini olması gerekenin çok altına düşürüyor.
Engelliler alanında Türkiye’de temel sorun, konunun tek başına haklar ve özgürlükler temelinde toplumsal bir alan olarak görülmemesinden kaynaklanıyor. Bu durum, engelli bireylerin toplumsal, ekonomik ve siyasal yaşama aktif olarak katılmalarını sağlayacak uygulamaların geliştirilmesini zorlaştırıyor. Türkiye’de engellilerle ilgili yasal düzenlemeler ve uygulamalar arasında tutarlı bir ilişki bulunmaması, engellilerin sosyal yaşama dahil olamamasının önündeki en büyük engel.
Mavi Kapak ve acımak
Maalesef engelliler ile sosyal yaşam arasındaki mesafenin açılmasına diziler de katkı sağlıyor. Mesela Öyle Bir Geçer Zaman ki adlı diziyi izleyenler mutlaka hatırlayacaktır. Dizide tekerlekli sandalyede Murat adında bir karakter vardı. Cinsel yaşamındaki başarısızlığı ve aşık olduğu kadının, ağabeyine aşık olmasına dayanamayıp hayatına son vermişti. Son yıllarda yayınlanan dizilerde engelli karaktere epey yer verildi, fakat hepsinde engelliye biçilen rol aynıydı: Aşka muhtaç, yalnız ve çaresiz.
Medyanın engellilere yönelik bakış açısı elbette bu dizilerle sınırlı değil. Reyting sorunu yaşayan öğle kuşağı programlarında “Mavi Kapak” toplamak da oldukça yaygın. Evet, doğruca çöpe atılan mavi kapakların iyi bir amaç için toplanarak kullanılması kesinlikle iyi bir fikir. Ama bunu nasıl yapıyoruz? Telefona bağlanan acıklı bir engelli sesi programların olmazsa olmazından. Devletin temel bir hak olarak engelli vatandaşına vermesi gereken sandalyenin televizyon ekranlarında insanlar ajite edilerek verilmesi esef verici.
Fakat Mavi Kapak kampanyasında çok daha vahim olan, ilköğretim çağındaki çocuklara kapak toplatılması. Evet, bu kampanya iyi niyetle başlatılmış olabilir, ama psikolojik etkilerinin göz ardı edildiği muhakkak. Zira toplumun farklı alanlarında hayata karışmayan engellilerle 10-11 yaşlarındaki çocukların ilk karşılaşması, yardım temelli bir kampanya üzerinden oluyor. Engelli olmayanların aklından neler geçtiğini tahmin edebiliyorum: Bunun neresi kötü? Sizce böyle başlayan bir ilişki ne kadar eşit ve sağlıklı olabilir? Kapak toplayan çocukların 18 yaşına geldiğinde acıyarak yardım ettiği birine aşık olması ise bir hayli güç.
Bugün 20 yaşında engelli genç bir kadının ya da adamın yaşamdan beklentisi, 20 yaşında engeli olmayan genç bir kadının ya da adamın beklentisiyle aynı. Yani sevmek, sevilmek, yaşın gerektirdiği duygularla aşkı sonuna kadar yaşamak. Buradan hareketle gelecekte engelli gençleri sosyal sorunların yanında daha büyük duygusal sorunların da bekliyor olduğunu söyleyebiliriz.
Gerçek anlamda katkı sağlamak
“Engelli kardeşlerimiz” de aslında engelli derneklerinin toplumun diline pelesenk ettiği bir kavram. 1960’lı yılların başında başlayan engelli sivil toplum hareketi, genel olarak “engellilerin muhtaç ve acınası” kişiler olduğu algısını pekiştiren bir politika izledi.
Aslında bu Türkiye’ye özgür bir durum değil, tüm dünyada engellilerle ilgili bu tür politikalarla karşılaşmak mümkün. Ancak belki de bizim dini ve kültürel olarak ajitasyona uygun bir toplum olduğumuz gerçeği, engelli derneklerinin toplumun bu zayıf yanını kullanarak ayakta kalmasını sağladı. Başka bir deyişle, bunca zaman “Ne kadar duygu sömürüsü, o kadar bağış” kuralı işledi.
Bugün 20 yaşında engelli genç bir kadının ya da adamın yaşamdan beklentisi, 20 yaşında engeli olmayan genç bir kadının ya da adamın beklentisiyle aynı. Yani sevmek, sevilmek, yaşın gerektirdiği duygularla aşkı sonuna kadar yaşamak. Buradan hareketle gelecekte engelli gençleri sosyal sorunların yanında daha büyük duygusal sorunların da bekliyor olduğunu söyleyebiliriz.
Oysa bu yanlış ve başka türlüsü mümkün. Hem engellilerle ve engelliler için ajitasyon ve duygu sömürüsü yapmadan hem de engellilerin hayatında gerçekten fark yaratacak çalışmalar yapmak imkansız değil. Zira çok da düşünülmeden yapılan kimi çalışmalar, boşa emek, harcama ve hayal kırıklığı anlamına geliyor.
Gerçekten fark yaratmak ve engellileri belki sporla, belki eğitimle, belki sanatla, belki iş hayatında gerçek anlamda hayata katmak... İşte kilit meseleler bunlar...
Mesela 20 yaşında, bir dernekten dans eğitimi alan engelli bir genç düşünün. Bu genç, derneğin bu çalışmasına bir yıl devam etsin. Bir yıl dans eğitimi için hiç azımsanmayacak bir süre olduğundan, normalde bu gencin belirli aralıklarla bir dans kulübü veya benzeri bir ortama gidip dans etmesi gerekmiyor mu? Ancak Türkiye’de öyle bir yer yok. Mesela bir engellinin rahatça tuvaletini kullanabileceği kafe bile var mıdır, emin değilim. Haliyle siz engelli bir gence bir yıl dans eğitimi veriyorsanız ve bu genç, hayatı boyunca bu beceriyi sosyal yaşamında kullanamıyorsa, o zaman siz bu çalışmayla engelli gencin yaşamına gerçek anlamda ve uzun vadeli bir katkı sağlamış olmuyorsunuz.
Engelli bireylerin farklılıklarıyla birlikte toplumda eşit bireyler olarak var olması, kuşkusuz engellileri güçlendirmekle, kendilerini ifade edebilecekleri, sosyal ve ekonomik yaşama katılabilecekleri alanlar yaratmakla mümkün. Ancak mevcut bakış açısı, bunun mümkün olabileceğini bile getirmiyor akıllara. Oysa örnekler var. Bunların çoğalması ve görünür kılınmasıyla başlayacak dönüşüm. “Kardeşlik” tek başına olmaz, “özgürlük” ve “eşitlik” de şart.
Celal KARADOĞAN - ALJAZEERA TURK
İlgili Dosyalar:
- Haber fotoğrafı [JPG] [105.84K]