Skip to main content
Image
Haber yatay görseli
Share

CiSST'den Hapishane Müdürlerine ve Personeline Açık Mektup

Hannah Arendt, “Kötülüğün Sıradanlığı” adlı kitabında SS yetkilisi Karl Adolf Eichmann’ın yargılanmasını konu edinir. Eichmann, Nazilerin katliamları döneminde ulaşımdan sorumlu bir yetkilidir. Onun çalışmaları sonucunda ulaşımdaki verimlilik oldukça artmıştır. Ancak bu artış, aynı zamanda toplama kamplarına ve dolayısıyla ölüme gönderilen insanların sayısının artması anlamına gelmektedir. Eichmann yargılamalar sırasında kendisinin bir tek insanı dahi öldürmediğini söyler ve sadece işini yaptığını belirterek kendisini savunur. Arendt, kitabında bu durumu, düşünme ve muhakeme etme yetisini yitirmiş, sadece işlevini yerine getiren insanlar açısından değerlendirir ve “kötülüğün sıradanlığı” olarak nitelendirir. Bu yargılamalar sonrasında Eichmann idama mahkum edilir.

Hannah Arendt, “Kötülüğün Sıradanlığı” adlı kitabında SS yetkilisi Karl Adolf Eichmann’ın yargılanmasını konu edinir. Eichmann, Nazilerin katliamları döneminde ulaşımdan sorumlu bir yetkilidir. Onun çalışmaları sonucunda ulaşımdaki verimlilik oldukça artmıştır. Ancak bu artış, aynı zamanda toplama kamplarına ve dolayısıyla ölüme gönderilen insanların sayısının artması anlamına gelmektedir. Eichmann yargılamalar sırasında kendisinin bir tek insanı dahi öldürmediğini söyler ve sadece işini yaptığını belirterek kendisini savunur. Arendt, kitabında bu durumu, düşünme ve muhakeme etme yetisini yitirmiş, sadece işlevini yerine getiren insanlar açısından değerlendirir ve “kötülüğün sıradanlığı” olarak nitelendirir. Bu yargılamalar sonrasında Eichmann idama mahkum edilir.

haber fotoğraf
Hannah Arendt, Eichmann davasından yola çıkarak şunları söyler: “Davalının kendisini bir insan olarak değil de sadece bir görevli olarak hareket etmesine, bu görevde kendisinin yerine kuşkusuz başka birisinin de olabileceğine dayanarak savunması, bir suçlunun -falanca yerde bir günde şu kadar suçun işlendiğini gösteren- suç istatistiklerine dikkat çekerek sadece istatistiksel olarak bekleneni yaptığını, bu suçu bir başkasının değil de kendisinin işlemesinin rastlantıdan ibaret olduğunu, zira öyle veya böyle birinin bunu yapması gerektiğini öne sürmesine benzer” (Arendt, 2009: 294).

Söz konusu olan Türkiye hapishaneleri olduğunda da bu tartışmayı yapmak gerekmektedir. Çocuk mahpuslara taciz vakalarının üst üste gündeme geldiği, mahpus ölümlerinin sayısının arttığı, hasta mahpuslar sorununun gündemden düşmediği, her gün yeni bir insan hakları ihlali haberini duyduğumuz hapishanelerde personelin “ben sadece görevimi yapıyorum” deme hakkı var mıdır? Bunu söylemek hukuk önünde ve asıl önemlisi de vicdanlarda hapishane idaresini ve personelini aklamaya yeterli midir?

Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği olarak 7 yıldır hapishaneler üzerine çalışmalar yürütüyoruz. Onlarca hapishane ziyareti gerçekleştirdik. Birçok hapishanede çalışmalar yaptık. Türkiye’nin birçok hapishanesini yakından görme imkanımız oldu. Birçok hapishanenin idaresiyle ve personeliyle konuşabildik. Aynı zamanda birçok mahpus yakınıyla bir araya gelebildik, sorunlarını ve acılarını paylaştık. Hapishaneler konusunda azımsanamayacak bir bilgi birikime sahip olduğumuzu düşünüyoruz. Ve ne yazık ki sahip olduğumuz sadece bilgi birikimi değil aynı zamanda bir duygu birikimi de. Bu birikimin vermiş olduğu hak ve sorumluluk ile bu satırları kaleme alıyoruz.

Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nün bilgi edinme başvurumuza verdiği 22 Ocak 2014 tarihli cevaba göre 2010 yılından itibaren yaşamını yitiren mahpus sayısı 300’lerin üzerine çıkmıştır. 2010-2013 yıllarında sırasıyla 307, 321, 346 ve 316 mahpus yaşamını yitirmiştir. 2014’ün ilk 16 gününde yaşamını yitiren mahpus sayısı 18’dir. Bu rakamlara bakılırsa Türkiye’de hapishanelerden her hafta en az 6 tabut çıkmaktadır. Bu rakamları kabullenmek istemiyoruz. Hapishanelerden çıkan tabutlara alışılmaması gerektiğini düşünüyoruz.

İHD’nin 28 Şubat 2014 tarihinde açıkladığı verilere göre, hapishanelerde kendilerinin tespit edebildiği 620 hasta mahpus bulunmaktadır. Adalet Bakanlığı, sivil toplum örgütlerinin hapishanelerde çalışma yapmasının önünü açmadığı, aralarında Türk Tabipler Birliği gibi konunun birebir muhatabı olan kurumların da bulunduğu heyetlerin hapishanelerde sağlık taraması yapmasına izin vermediği için net sayının kaç olduğunu, hasta mahpusların kaçının durumunun ağır olduğunu bilemiyoruz. Sağlıklı bilgiye ulaşabilmemizin önünün kesilmesini, sivil toplum örgütlerinin hapishanelerde çalışma yürütmesinin kısıtlanmasını kabullenemiyoruz, bu engellerin STÖ’lerle işbirliği içinde ve onların talepleri doğrultusunda tamamen kaldırılması gerektiğini düşünüyoruz.

Türkiye’de 2000’li yıllarla beraber “oda sistemi” hapishaneler dönemine girilmiş 19 Aralık 2000 tarihinde adına “Hayata Dönüş” denilen bir katliamla beraber F Tipi hapishaneler açılmıştı. Buralarda tutulan mahpuslar “oda sistemi”ni “tecrit” olarak nitelendirmektedir. Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi’nin (CPT/AİÖK) hükümlü ve tutukluların odaları dışında, gün içerisinde, “mümkünse”, “8 ya da daha fazla saat” geçirmesi yönündeki kararı, Adalet Bakanlığı’nın hazırladığı “Ceza İnfaz Kurumu Yönetimi El Kitabı”nda da anılıyor olmasına rağmen, 2007 yılında çıkarılan bir genelgeyle F Tipi hapishanelerde mahpusların haftada sadece 10 saate kadar 10 kişiyle görüşebileceği karar altına alınmıştır. Ve biliyoruz ki bu karar, mekan ve personel problemi nedeniyle neredeyse hiçbir F Tipi hapishanede tam olarak uygulanamamaktadır. Bu gerçek orta yerdeyken mahpusların “tecrit” iddialarının öyle kolay savuşturulamayacağını ve tecritin bir işkence olduğunu düşünüyoruz.

Türkiye hapishanelerinde 10 kitaptan fazlasının dahi mesele edilmesini, 11. kitabın operasyonlarla toplanılmaya çalışılmasını anlayamıyoruz, anlayabileceğimizi sanmıyoruz.

Hapishanelerdeki “özel ihtiyaçları olan mahpuslar” için, örneğin LGBTİ, yabancı uyruklu, engelli, yaşlı mahpuslar için, onların ihtiyaçlarını gözeten çalışmalar yapılmamaktadır. Türkiye’de tüm mahpusların ergen, erkek, Sünni ve Türk olduğu ön kabulü vardır. LGBTİ mahpusların sadece kimliklerinden dolayı ve “can güvenliği” gerekçesiyle sosyal hayatın dışında tutulmalarını, diğer mahpusların sahip olduğu hakları kullanamamalarını kabullenemiyoruz. Bazı hapishanelerden hala trans mahpusların zorla erkek gibi giydirilmeye zorlandığı haberlerini almayı çağdışı yönetimlerin göstergesi olarak görüyoruz. Adalet Bakanlığı’nın engelli mahpusların sayılarını dahi tespit edebilecek birikim ve uzmanlıktan yoksun olmasını, bu konuda engelli dernekleri ile ilişki geliştirip onların deneyimlerinden yararlanmaya çalışmamasını anlayamıyoruz. Engelli mahpusların, erişilebilir hale getirilmeyen hapishane mimarileri yüzünden yatağa, en iyi ihtimalle koğuşlarına mahkum edilmelerini kabullenemiyoruz. 2000 yılından itibaren her sene yeni hapishaneler inşa edilirken erişilebilirliğin sadece bir klozet, bir kapı genişliği olarak değerlendirilmesini, yeni hapishanelerde düzenlemeler gerçekleştirilmemesini inatla sürdürülen bir duyarsızlık olarak değerlendiriyoruz. Yabancı mahpusların ziyaret ve telefonla görüşme haklarının aileleri çok daha nadir ve büyük miktarda harcamalar yaparak ziyaretlerine gelebilmelerine rağmen Türkiyeli mahpuslarla aynı olmasına bir anlam veremiyoruz. Mahkeme kararı netleştikten sonra ülkelerine dönebilmek, ailelerine yakın bir hapishanede kalabilmek için aylar hatta yıllar süren bir diplomatik yazışmalar sürecinde mağduriyetlerinin katlanarak büyümesine, hapishanelerden “ülkemin güneşini bir daha görebilecek miyim” tarzında mektuplar almaya alışmak istemiyoruz. Türkiye’nin hapishanelerinde 80 yaşında insanlar olmasını, yaşlı insanların elektrik, su parasını ödeyemedikleri için dahi hapsedilmesini ne aklımıza ne de vicdanımıza açıklayamıyoruz.

Hapishanelerde anneleriyle beraber kalmakta olan 0-6 yaş bebekler/çocuklar için özel menünün dahi yeni ve uzun uğraşlar sonucu çıkarılmasını üzüntüyle hatırlıyoruz. Anneleriyle hapishanelerde kalan bu çocukların oyuncaktan dahi mahrum bırakılmasını, koğuşlara oyuncak alınmasının yasak olmasını bu konuda daha çok yol alınması gerektiğinin bir ifadesi olarak görüyoruz. Bu çocukların kreşe gönderilmesi yönünde bir karar olmasına rağmen, maddi olanaksızlıkları, araç ve personel eksikliğini gerekçe gösteren bazı hapishane idarelerinin çocukları kreşe göndermediğini biliyoruz ve çocukları dört duvar arasına mahkum eden bu olanaksızlık ve eksiklikleri kabullenmek istemiyoruz.

Türkiye hapishanelerinde tutulmakta olan yaklaşık 150 bin mahpusun “emanet”te tutulan paralarının hapishane idareleri tarafından faiz geliri elde edilecek şekilde işletildiğini biliyoruz. Hapishanelerle ilgilenen bir sivil toplum örgütü olarak bu paraların nerelere harcandığını bilgi edinme başvurusuyla sorup ilgili yönetmeliğin aktarılmasından öte cevap alamamayı eleştirilmesi gereken bir durum olarak görüyoruz. Mahpusların paralarından elde edilen paraların yine mahpuslar için harcanması gerektiğini düşünüyor ve bu konuda bir şeffaflık olmasını önemsiyoruz.

İsteyen mahpusun çalışmasını olumlu buluyor ancak mahpusların günde 6-7 liraya çalıştırılıyor olmasını çağdaş köleliğin tezahürlerinden biri olarak değerlendiriyoruz. Ziyaretçisi gelmeyen, hiçbir maddi olanağı olmayan mahpusların ucuz işgücü deposu olarak görülmesi kabullenilemez. Çalıştırılan mahpuslara, sendikaların da ücretlerin belirlenmesinde söz sahibi olduğu bir maaş bağlanmalı, örgütlenme özgürlüğü de dahil olmak üzere işçilerin sahip olduğu bütün hak ve özgürlükler tanınmalıdır.

Bir sene öncesine kadar çocuk hükümlüler, koşulları diğer hapishanelerden görece iyi olan Eğitimevleri’nde tutulmaktaydılar. Eski adı “ıslahevi” olan bu eğitimevleri kapatıldı ve kapatılan üç eğitimevi yerini Sincan Hapishaneler Kampüsü’nün içindeki tek eğitimevine bıraktı. Çocuklar artık tel örgüler ve taş duvarlar ardında, büyük bir hapishaneler kampüsünün içindeler. Üstelik de hepsi, konfor ve güvenlik için birer kişilik odalara kapatıldı, akşamları belli bir saatten sonra bu odaların kapıları otomatik olarak kapatılıyor. Çocukların bir kampüsün içine alınmış olması kabul edilebilir bir uygulama değildir. Kabul edilemeyecek bir diğer uygulama ise Adalet Bakanlığı’nın bu adımı atarken ülkedeki çocuk derneklerine, kurum ve kuruluşlarına görüşlerini dahi sormamış olması, “ben yaptım oldu” anlayışıyla hareket etmesidir.

Türkiye, son 10 yıldır hapishaneler alanında ciddi bir yeniden inşa sürecine girmiştir. 2000 yılından Ocak 2014 tarihine kadar 86 yeni hapishane açılırken 268 hapishane de kapatılmıştır. 2014-2017 yılları arasında 199 yeni hapishane daha yapılması ve şu an 150 bin civarında olan kapasitenin 255 bine çıkarılması planlanmaktadır. Yeni inşa edilen hapishanelerin neredeyse tamamı (iş esasına dayalı olarak inşa edilen açık hapishaneler hariç) “oda tipi”dir. Kapatılmayıp “hizmet vermeyi sürdüren” hapishaneler ise “oda sistemi”ne dönüştürülmektedir. Türkiye artık bir yandan kampüsler içerisine toplanmış “oda sistemi” hapishaneler diğer yanda ise iş esasına göre kurulmuş açık hapishaneler olmak üzere iki sistemli bir ceza infaz kurumları dönemine sokulmak istenmektedir. Bu büyük dönüşüm içerisinde Adalet Bakanlığı’nın, ilgili devlet kurum ve yetkililerinin dayatmacı, STÖ’leri, meslek örgütlerini, akademisyenleri, söyleyecek sözü olan kurum, kuruluş ve kişileri bir kenara bırakıp kendi bildiğini okumacı yaklaşımı kabul edilemez. Üstelik de son yıllarda hapsetme bir ceza infaz yöntemi olarak hem sosyal bilimler içerisinde hem de ülkeler nezdinde tartışılmaya başlamışken, bazı ülkeler hapishane ve mahpus sayısını azaltmaya başlamışken Türkiye’nin bunun tam tersi bir istikamette ilerlemeyi önüne hedef olarak koyması manidardır ve sonuna kadar eleştiriye açıktır.

Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği olarak Türkiye’nin hapishaneler konusundaki adımlarının kaygı verici olduğunu düşünüyor, görüyoruz. Hapishanelerdeki yapısal dönüşümün ve olağanlaştırılmaya çalışılan hak ihlallerinin olağan olmadığını söylüyoruz. Bu hak ihlallerine karşı, hapishanelerden çıkan tabutlara, çocuklara taciz haberlerine, onursuz çıplak arama dayatmasına, 80 yaşında insanların dört duvar ardında tutulmasına, LGBTİ mahpuslara ayrımcılığa, engelli mahpusları adı konulmamış bir tecrite mahkum etmeye, insanları bir sigara parasına çalıştırmaya karşı “ben sadece görevimi yaptım” diyecek olan hapishane müdürleri ve personeli ancak Eichmann kadar suçsuz ve masum olabilir.

Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği olarak hapishane personelinin de birer emekçi olduğu inancını taşıyoruz. Çalışma koşullarının ağırlığının farkındayız. Hapishanelerde yürüttüğümüz çalışmaların bir ayağında da hapishane personeli oldu çoğunlukla. Onların örgütlenme özgürlüklerini ve haklarını da savunuyoruz. Sorumluluğu yüksek ve bir o kadar da yıpratıcı bir işin çalışanı olan hapishane personelinin oldukça düşük maddi olanaklara ve sınırlı özlük haklarına sahip olması kabul edilebilir değildir. Hapishane personelinden herhangi bir Avrupa ülkesindeki çalışandan 5 katı fazla performans göstermesi beklenirken bu sınırlı olanak ve haklarla yaşantısını idame ettirmesi beklenmektedir. Hapishane personeli de kendi sendikalarını, meslek örgütlerini kurabilmeli, hak ve özgürlüklerini sahip çıkabilmeli ve tabii ki bu örgütlülükleri aracılığıyla hapishanelerde gerçekleştirilen hak ihlallerine karşı seslerini yükseltebilmelidir.

Hapishanelerde gerçekleşen hak ihlallerine karşı hapishane personelinin sesini yükseltebilmesi, hak ihlallerinin üzerinin örtülmesini güçleştirecek, hapishanelerin insan haklarıyla daha uyumlu hale gelebilmesini sağlayacaktır. Bu hapishane personelinin kaçınmaması gereken bir sorumluluktur. CİSST olarak bu sorumluluğunuzu hatırlatır sadece özgürlüklerinden yoksun bırakılmak üzere sizlere emanet edilmiş mahpuslara, İNSAN ONURUNA yakışır bir davranışla yaklaşmanızın hem göreviniz hem de insan olmanızın gereği olduğunun altını çizeriz.

Dernek olarak hapishaneleri izlemeye ve her türlü hak ihlali karşısında sesimizi yükseltmeye, yönetimleri eleştirmeye devam edeceğimizin bilinmesini ve unutulmamasını dileriz.

CiSST Yönetim Kurulu

İlgili Dosyalar:

  1. haber fotoğraf [JPG] [6.20K]
Share
İlgili Eğitim