Danıştay İdari Dava Dairesinin “antibiyotiğe direnç taşıyan gen” içeren ürünlerin ithalatıyla ilgili verdiği 2011\503 sayılı kararı ardından, 13/8/2010 tarihli ve 27671 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerine Dair Yönetmeliğin Yasaklar başlıklı 6. maddesinin birinci fıkrasına 22 Şubat 2012 tarihinde bir madde eklendi. Bu yönetmeliğin yasaklar başlıklı maddesine eklenen fıkraya göre, “e) GDO ve ürünlerinin, insan ve hayvanların tedavisinde kullanılan antibiyotiklere direnç genleri içermesi halinde, bu ürünlerdeki direnç genlerine yönelik bilimsel araştırma sonuçlarının insan, hayvan ve bitki sağlığı ile çevre ve biyolojik çeşitliliğe zararlı olmadığı Risk Değerlendirme Komitesi raporu ve Kurul kararı ile tespit edilmedikçe bu ürünlerin ithal edilmesi ve piyasaya sürülmesi” eklenmiştir. Bu düzenleme ile antibiyotiğe direnç geni taşıyan ürünlerin ithalatının yolu açılmıştır.
Oysaki ülkemizde ilk biyogüvenlik mevzuatı niteliği taşıyan 26 Ekim 2009 tarihinde yürürlüğe giren “Gıda Ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar Ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol Ve Denetimine Dair Yönetmelik” in 5. maddesinde, antibiyotiğe direnç geni taşıyan ürünlerin ithalatı “İnsan ve hayvan tedavisinde kullanılan antibiyotiklere karşı direnç genleri içeren GDO ve ürünlerinin ithalatı ve piyasaya sunulması yasaktır” düzenlemesiyle açıkça yasaklanmıştı. Yönetmelik ile insan ve hayvan tedavisinde kullanılan antibiyotiklere karşı direnç genleri içeren GDO ve ürünlerinin ithalatı ve piyasaya sürülmesini yasaklayan yönetmelik hükmü, 20 Nisan 2010 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan yönetmelik değişikliği ile kaldırıldı. 2010 yılında çıkarılan Biyogüvenlik Yasası’na da böyle bir yasak konmadı. Yasa çerçevesinde 13.08.2010 tarihinde çıkarılan “Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar Ve Ürünlerine Dair Yönetmelik”te bu yasağın yer almaması üzerine Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Başkanlığı dava açtı.
Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, antibiyotik direnç geni içeren GDO ve ürünlerinin orta ve uzun vadede insanların ve hayvanların tedavisinde kullanılan antibiyotiklere direnç geliştirebileceğine, bu durumun insan ve hayvan sağlığını geri dönüşümü olmaksızın olumsuz etkileyebileceğine, bu tür ürünlerin ithalatının ve piyasaya sunulmasının serbest bırakılmasının taraf olduğumuz uluslararası sözleşmelere ve kamu yararı ilkesine aykırı olduğuna hükmetti. Bu kararın asıl can alıcı noktası da gerekçesiydi. Mahkeme kararını verirken Türkiye’nin taraf olduğu Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’ne, Kartagena Biyogüvenlik Protokolü’ne ve bu metinler doğrultusunda kabul edilen “ihtiyatilik prensibine” yaslandı.
Pozitif hukukta, insanın doğayı etkileyen faaliyetlerde bulunması ve bu faaliyetlerine yönelik düzenlemeler yapması, yasaklar getirmesi ve oluşan sorunlar için önleyici ve giderici nitelikte reçeteler sunabilmesinin ancak belirlenmiş bilimsel verilerin varlığı halinde mümkün olduğu söylenir. Bu durum özellikle de hukuk normlarının objektif, genel ve belirlenebilir olmaları zorunluluğu nedeniyle ve özellikle yasaklayıcı normlar bakımından kendini hissettirir.
Çünkü bu özellikler sıkı bir nedensellik ilişkisini ve başta öngörülebilirlik olmak üzere birçok temel ilkeyi beraberinde getirir. Ancak genel olarak ekolojik krizin özel olarak da GDO’ların meydana getireceği zararlar hukukun genel zarar kavramı içinde tanımlanması güç, belirlenmesi çoğu zaman imkânsız boyutlardadır. Verili bilimsel imkânların ve gelişmelerin, meydana gelen çevresel zararları ölçtüğü zarar kavramı, “zaman” ve “diğer değişkenler” ile çoğu kez maddi gerçeğin anlaşılmasında yetersiz kalır. Bu yetersizlik ve belirsizlik nedeniyle de klasik hukuk anlayışı, bu alanlarda düzenleme yapmaz; yahut yaptığı düzenlemeler, meydana gelebilecek zararlar karşısında yetersiz kalır.
“Hukuk kesin bulgular beklenene kadar, hareketsiz kalmak gibi bir yol seçemez; "tehlike" kavramı esas alınarak, önlemler alınmalıdır. İhtiyat ilkesinin özü de budur; yani, tehlikeyi, riski göze almak değil; tehlikeyi, riski dikkate alarak, önlemleri düşünmektir. Böylece risk ile ihtiyat arasındaki seçimde bu ikincisinden yana tavır takınılmakla, riskten kaçınılmaktadır.”
İhtiyat ilkesi, Türkiye’nin taraf olduğu Cartagena Biyogüvenlik Protokolü’nün de hukuki ilkelerindendir. Bu ilke, güvenlik konusunda bir bilimsel bilgi ya da uzlaşı eksikliği olduğunda, ülkelerin genetiği değiştirilmiş organizmaların ithalatını ve kullanımını yasaklama ya da sınırlandırma hakkı bulunduğu şeklinde anlaşılmalı ve kabul edilmelidir. Ancak Türkiye’de ihtiyatilik ilkesi bu açıdan işletilmiyor.. Bu nedenle de, GDO üreticisi şirketlere, GDO’larla ilgili bilimsel verilerin “yetersizliği” ya da biyoteknolojinin hızla “gelişebilirlik” özelliği gibi soyut bahanelerle kurtuluş yolları sağlanmaya çalışılıyor. Ancak bu girişimlere karşı Danıştay kararı çok önemlidir, mahkemeler yıllardır ısrarla vurguladığımız GDO İTHALATI HUSUSUNDA “ihtiyatilik prensibine göre hareket edilmelidir”, iddiamızı bugün yargı kararı haline de getirmiştir.
Üreticinin üretim araçlarını belirleme ve toplumsallaştırabilme, toplumun gıdanın geleceğini bilme özgürlüğünün ortadan kaldırılmaması, ekolojik dengenin ve ekosistem işleyişinin istenmeyen bozulmasına neden olunmaması, GDO’nun kendisinin veya özelliklerinin istenmeyen şekilde çevreye yayılmaması, yerel çeşitlerin devamlılığının tehlikeye düşürülmemesi için bu gıdaların ve tarımsal ürünlerin insan ve çevre sağlığını tehdit etmediğini şirketler ispat etmedikçe bu ürünlerin kullanılmasına izin verilmemelidir.
İhtiyatilik ilkesi bunu işaret eder. Biyogüvenlik sisteminin olmazsa olmaz bir koşulu, geleneksel ispat yükünün tersine çevrilmesi; geleneksel ispat külfeti kuralının değiştirilmesidir. Yani ispat külfetinin, çevresel bozulmaya yol açabilecek faaliyetten etkilenen ve karşı çıkanlardan alınıp; çevresel kaynakları kullananlara yüklenmesi gerekir. Biyogüvenlik sistemi, biyolojik çeşitliliği korumaya yönelik hazırlanıyorsa; zarara uğrayanlar, GDO’lar nedeniyle zarara uğradıklarını ispatlamak zorunda bırakılamazlar. Zararın, GDO ve ürünlerinden kaynaklanmadığını, GDO’ların zarara neden olmadığını ispat yükü, GDO’yu piyasaya süren, izin veren, üreten ve kullandıranlardadır.
Bu karara rağmen, 22.02.2012 tarihinde Resmi Gazete’de yapılan değişiklikle, antibiyotiğe direnç geni taşıyan GDO’lu ürünlerin çevre ve insan sağlığına zarar vermediğini ispat etme sorumluluğundan bu ürünleri ithal eden şirketler muaf tutulmaktadır. Bu durumda, Biyogüvenlik Kurulu bu ürünlerin insan ve çevre sağlığına zarar vermeyeceğine yönelik bir rapora dayanarak bu ürünlerin ithalatına olanak sağlayabilecektir. Oysaki Danıştay tarafından verilen kararın gerekçesinde, bu ürünlerle ilgili ihtiyatilik ilkesine göre hareket edilmesi gerektiği belirtilmiştir. Bu karar ardından, antibiyotiğe direnç geni taşıyan GDO’lu ürünlerin ithalatı yönetmelikle tamamen yasaklanması gerekmektedir. Buna karşın, ithalat için başvuracak şirketlerin antibiyotiğe direnç geni taşıyan ürünlerle ilgili yaptığı başvuruları değerlendiren idare, bu ürünlerin zararsız olduğuna karar verirse bu ürünler ithal edilebilecektir. Peki, daha önceki yönetmelikte antibiyotiğe direnç genlerinin ithalatını yasaklayan kamu gücü nasıl olmuştur da bu ürünlerin ithalatını denetimli olarak yeniden serbest bırakmıştır? Üstelik bu konuda verilmiş bir yargı kararı olmasına karşın, idarenin yargı kararlarına aykırı bir biçimde yönetmelik düzenlemesi yapması kamu sağlığını tehdit etmektedir. Bu ürünlerle ilgili herhangi bir denetim sistemini işletmeyen idareciler, bu ürünlerin insan ve çevre sağlığına zarar vermediğine yönelik süreci nasıl izleyecektir. Bu konuda ilgili alt yapı yetersizken, idari teşkilat oluşturulmamışken, şirketlere kurtuluş yolu açan bu düzenleme yargı kararlarını dolanmak anlamına gelmektedir.
Ancak Danıştay kararı ardından, ithalat izni için başvuracak şirketler GDO’ların zarar vermediğini ispatlayamazlarsa bu ürünlere de izin verilirse bu izin işlemleri yargısal denetim yoluyla iptal edilebilecektir. Aksine bu ürünlere izin vermek de yani biyolojik çeşitliliğe, insan, hayvan, çevre sağlığına, genetik çeşitliliğe, gıda seçme özgürlüğüne zararlı olmadığına yönelik bir taahhüt alınmadan ve ithalatçı bu ürünlerin zarar vermediğini ispatlamadan ithalatlara izin verilecek olursa da bu ürünleri ithalatına izin veren ilgililer ve Tarım Bakanlığı açıkça yargı kararını uygulamamış olacaklardır. Bu durum yargı kararını uygulamayan idarecilerin cezai sorumluluğunu doğuracaktır.
Biyogüvenlik Yasası’na göre kurulan Biyogüvenlik Kurulu bugüne dek 3’ü soya, 13’ü mısır olmak üzere toplam 16 GDO’lu çeşide yem amaçlı kullanılmak üzere izin verdi. Ekoloji Kolektifi olarak bu izinlerin iptali için açtığımız davalar Danıştay’da devam ediyor. İzin verilen çeşitler içerisinde antibiyotik direnç geni taşıyan çeşitler yoktur. Ancak bu durum, yeni izin verilecek GDO ve ürünlerinin içerisinde antibiyotik direnç geni bulunmayacağı anlamına gelmez. Söz konusu yargı kararı dikkate alınarak ilgili yönetmeliğin yasaklar bölümünde “antibiyotik direnç geni taşıyan GDO ve ürünleri” derhal eklenmesi gerekir. Oysaki yönetmelik değişikliği bu ürünleri yasaklamayı değil, serbest bırakmayı düzenlemektedir. Bu nedenle ilgili yönetmelik değişikliğindeki “bu ürünlerdeki direnç genlerine yönelik bilimsel araştırma sonuçlarının insan, hayvan ve bitki sağlığı ile çevre ve biyolojik çeşitliliğe zararlı olmadığı Risk Değerlendirme Komitesi raporu ve Kurul kararı ile tespit edilmedikçe” ibaresinin iptal edilerek bu antibiyotiğe direnç geni taşıyan gdolu ürünlerin ithalatının tamamen yasaklanması Danıştay tarafından verilen kararın gereğidir. Bu yönetmelik değişikliğindeki ibarenin iptal edilmesi yasaklar başlıklı düzenlemenin amacı ve ruhuna da uygun düşmektedir. Toplum sağlığı, Biyogüvenlik Kurulu’nun iki dudağı arasına sıkıştırılamayacak kadar hayati bir meseledir.
Ancak bunlarla birlikte yargı yerinin ihtiyat ilkesine dayanarak verdiği kararın sadece antibiyotiğe direnç genleriyle ilgili olduğu düşünülmemelidir. Yargı kararının gerekçesi göz önünde bulundurularak, Biyogüvenlik Kurulu ihtiyatilik prensibine göre idari işlem tesis etmek zorundadır. Bu nedenle, bundan sonra gerek soya gerek mısırda antibiyotiğe direnç geni taşımasa da bu ürünlerin insan ve çevre sağlığına zarar vermediğini ithalatçı şirketler ispat edemezse, bu ürünlerin ithalatına izin verilemez. Türkiye’nin taraf olduğu protokoller gerek Anayasa’nın 90. maddesi göndermesiyle gerekse de bu yargı kararıyla da bir iç hukuk metni haline gelmiştir. Bu nedenle Resmi Gazete’de 22.02.2012 tarihinde yayımlanan yönetmelikle antibiyotiğe direnç geni taşıyan ürünlerin serbest bırakılmasına yol açacak kısmının iptali için yargı yoluna başvurarak kamu sağlığı ve ekolojik geleceğimiz için adım atıyoruz. Kamuoyuna saygıyla duyururuz.