Son 13 yılda çevresel sorunlar hem çeşitlenip hem de katlanırken, buna paralel olarak yaşam savunusu mücadelelerinin de Anadolu’nun dört bir yanına yayıldığını görüyoruz.
MİLAT: BERGAMA KÖYLÜ DİRENİŞİ
1986’lardan 2002’lere taşınan ve o dönem ülke gündeminin baş sırasına oturan Bergama köylülerinin altın madeni karşıtı direnişinin kırılma anı ile denk geldi AKP iktidarı. Çevresel kaygılarla ayaklanan, renkli eylem ve etkinliklerle kamuoyunun gündemine oturmayı başaran bu Ege köylülerinin direnişi, o günlerde, yıllardır süren baskı politikaları nedeniyle diplerde olan demokrasi mücadelesinin de nefes aldığı bir alan oldu. Köylü hareketi zamanla çevre duyarlılığından öte savaşa karşı, emekçilerin hak taleplerinin yanında, toplumsal mücadelelerle dayanışma içinde ve anti emperyalist bir çizgiye evrilmeye başladı. İşte tam bu süreçte devlet müdahalesi geldi; ülkeyi yöneten gizli erk MGK, Bergama köylü hareketini “milli tehdit” olarak niteleyerek bir “psikolojik harp” hamlesi ile bertaraf yoluna gitti. Köylü hareketine altın vuruş ise Dr. Necip Hablemitoğlu’nun yazdığı “Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası” kitabı ile indirildi. Köylü hareketi önderlerini, hukukçularını “legal Alman casusu” olarak karalayan, sahte bilgi ve belgelerle yazdırılan kitabın bu sahtelikleri çok uzun süre tartışılamadı dahi. Çünkü yazarı yazdığı kitaba dayanılarak açılan davaya 8 gün kala, hala faili meçhul bırakılan bir suikastle öldürüldü. Suikast AKP’nin tek başına iktidara gelmesinden 2 ay sonra gerçekleştirildi.
Bergama köylü hareketini sönümlenmeye götüren, böylece altın madenciliğinin yolundaki en önemli engeli bertaraf eden bu gelişmenin ardından ülke tam bir “Altına hücum” sürecine girdi. İşin garibi, bugün birbirinin kuyusunu kazmaya çalışan AKP-Gülen cemaati ortaklığı, o günlerde ise ‘altın’ çağını yaşıyordu. Cemaate yakın şirketler, köylü hareketinin inişe geçtiği dönemde ABD’li Normandy ile ortaklığa gitti. Esas işi davetiyecilik olan cemaate yakın Koza Şirketi, Bergama Ovacık Altın Madeni’nin sahibi olmuştu. Evinin önünde öldürülen Necip Hablemitoğlu’nun yazdığı kitap en çok yaşamı boyunca mücadele ettiği Gülen Cemaatine yaramış, bu grubun da aralarında bulunduğu altın madencilerinin ‘başucu kitabı’ olmuştu.
YERİN ‘ALTIN’I, ŞİRKETLERİN KASALARINA TAŞIDILAR
Bergama Köylü hareketi geriletilince Kanadalı, Avustralyalı, İngiliz, Hollanda menşeli ya da yerli görünümlü onlarca şirket Kışladağ, Gümüşhane, Efemçukuru, Erzincan, Kaz Dağları, Eskişehir, Fatsa gibi ülkenin dört bir yanında altın madenciliğine girişti. Doğanın talanı, toprakların zehirlenmesi ve milyonlarca ağacın yok olması pahasına yerin altındaki zenginlik yerüstüne, bu şirketlerin kasalarına taşındı. Hala birçok yerde, kapasite arttırarak devam eden altın işletmeciliği Kışladağ’da kuzuların ölümünden, İzmir’in içme suyunun kirlenmesinden, Himmetdede de bozkırın suyunu tüketmekten, Erzincan’da arıların ölümünden sorumlu tutuluyor. Binlerce yıldır barış içinde yaşayan Anadolu köylüleri, siyanürün topraktan altını ayrıştırdığı gibi birbirinden ayrıldı, yabancılaştı. Köylüler “maden karşıtı-maden yanlısı” diye ikiye bölünürken, birbirlerinin düğününe, ölüsüne, kahvesine bile gitmez oldu. Altıncı şirketlerin, Çaldağı’nda nikel üretimi yapan şirketin işlerini rahat yürütebilmesi için defalarca değiştirilen maden kanunu ve yönetmelikler, bugünkü hukuksuzluğun, adaletsizliğin önemli parçalarından birisi oldu. Adında Adalet olan parti iktidar olduğu 13 yılda, adaletsizliği, egemenlerin, sermayenin hukukunu adım adım yerleştirdi. AKP iktidarı döneminde vahşi madencilik sadece doğayı değil, toplumsal yaşamı ve hukuku da kirletti.
HES İLE DERELERİN CANINA OKUYORLAR
AKP, 13 yıllık iktidarında ekonomideki ana itici gücü enerji ve inşaat politikaları ile sürdüren bir çizgi izledi. Ülkenin hemen hemen bütün derelerinde yapılmak istenen, bir bölümü yapılan HES projelerinin ardında bu ekonomik-siyasal tercih vardı. “Ülkenin elektrik açığı var” yalanından yola çıkarak her geçen gün daha da stratejik hale gelen suların sermayeye devri de gerçekleştirilmek isteniyordu. “Su akar Türk bakar” safsatasın ardına sığınarak, geçtiği her yere yaşam götüren sular borulara hapsedilip yatağından koparılıyor, hemen hepsi yandaş şirketlerin değirmenine dolar taşıyacak hale getiriliyor. Derelerin çevresindeki canlı yaşamı, kültür, HES insafsızlığına terk edilmek isteniyor. Karadeniz’in derelerini koruma mücadelesi bu insafsızlığa, bu doğaya vurulan hançere karşı veriliyor. Dereler bu nedenle kardeşleşiyor, HES karşıtı mücadeleler Yuvarlakçay’dan Fındıklı derelerine, Munzur’dan, Kaz Dağları Mıhlı çayına, “Alakır özgür aksın” diyenlere kadar ülkenin dört bir yanında yeşeriyor. Tokat Zile Çekerek köyleri bu nedenle jandarma şiddetine maruz kalıyor, belediye başkanı tarafından ‘terörist’ ilan ediliyor.
TERMİK CEHENNEMİ
Yine enerji açığı safsatası ile ülkenin en verimli ovaları, turizm alanları, zümrüt ormanlarına kurulan termik santraller ölüm kusmaya devam ediyor. Geçimlik tarım alanları daha önce termik santral ve kömür ocakları tarafından ellerinden alınan Soma Yırca köylülerinin son zeytinliklerinin kamulaştırılıp ikinci bir termik santral yapılmasına karşı ayağa kalkması boşuna değil. Köylülerin, hem topraklarının, hem sağlıklarının, kısaca geleceklerinin ellerinden alınmak istenmesine geçmiş yaşadıkları deneyimler nedeniyle kararlı bir şekilde direndiler. AKP’nin Yırca köylüsüne reva gördüğü, birkaç ay önce aynı topraklarda yeterli iş güvenliği alınmadığı için katledilen 301 işçiden farklı değildi. Yandaş şirket mahkemenin termik santrali durdurduğu günün şafak vakti 6000 zeytin ağacını katletti!
Yatağan termik santralinin külünün Samsun’da çıktığı bir ortamda, narenciye okyanusu Erzin’de kurulmaya başlayan termik santrallerin etkisini Kaz Dağlarında görülmesinin önünde hiçbir engel yok! Kaz Dağlarının eteklerinde, Karabiga’dan Lapseki’ye kadar birçok termik santral projesi yapılırken, bir kısmının bacaları yükselmeye başladı bile.
NÜKLEERDE DELİLİK HALİ
Nükleer santrali olmadan radyoaktif atıkları ve kazası olan dünyadaki belki de tek ülke Türkiye, daha Manisa Köprübaşı, Söke Kisir’deki eski uranyum madenlerinin yol açtığı radyasyon kirliliği ve kanserlerle bile baş edemiyor. Üstünü örtüyor. Tıpkı İzmir Gaziemir’de, eski kurşun fabrikasının bahçesinde gömülü nükleer yakıt çubuklarına yaptığı gibi. Bu nükleer atıkların geldiği yeri bile açıklamış değil yetkililer.
Çernobil ve Fukişima’dan sonra tüm dünyanın hızla uzaklaştığı nükleer santralleri, hem de ilk kez uygulanacak bir teknolojiyi Türkiye’ye getirme “onuru” da AKP’ye ait. Ülke, 50 yıllık ömrüne rağmen etkisi binlerce yıl sürecek radyoaktif bir kirlilik riski ile yaşamaya mahkum edilmek isteniyor. TAEK sayfalarında TAEK in hazırladığı Türkiye Çevresel Radyasyon Atlası’nda ülke genelinde 5, 10, 20 Bekerel/kg olan radyasyon değerleri Doğu Karadeniz de kimi ilçelerde 150 Bekerel/kg görünüyor. Bu şu demek; Çernobil hala öldürüyor, hala kirletmeye devam ederken yetkililerse üç maymun pozisyonunda...
‘TEMİZ’İNDEN DOĞA SÖMÜRÜSÜ
“Yenilenebilir temiz enerji” kılıfıyla sermayeye rant aktarmanın diğer yolları da RES, GES ve JES’ler (rüzgar, güneş, jeotermal santralleri) oldu. Karaburun’da RES’ler nedeniyle keçi nüfusu bitme noktasına geldi. Yarımadanın bir diğer sorunu ise balık çiftliklerinin denizlerde yarattığı kirlilik. Bu sorun balık çiftliklerine ev sahipliği yapan tüm denizlerin ortak sorunu aslında. Çine Madran Dağı’nda yapılmak istenen 100 RES direği, köylülerin aylar süren direnişi sonrası 10’a kadar düşürüldü. Köylüler bin 700 metre yükseklikte jandarmanın biber gazına ve copuna maruz kaldı. Aydın ovaları jeotermal kuyuları ile delik deşik ediliyor. Bu sıcak sular daha sonra derelere kaynar kaynar boşaltılıyor. Çeşme yarımadası, Bodrum’un tepeleri de RES kuşatması altında.
BİN YILIN EMEĞİ BİR GÜNDE…
AKP’nin 13 yıllık iktidarında yok edilenler arasında kültür ve tabiat varlıklarımız var. Allianoi’yi bunların başında saymak gerek. 2000 yıllık antik sağlık yurdu 40 yıl ömrü olan Yortanlı Barajı’nın sularına gömüldü. Çine barajına gömülen 2300 yıllık Roma köprüsü İnce Kemer’i, Aliağa’da sanayi tesislerinin altında kalan Kyme, Kaz Dağlarında gün yüzüne çıkarılamadan altın madenleri tarafından yok edilme tehdidindeki yüzlerce antik kent, kuars ve feldspat madencilerince tuvalet taşı yapılan 8 bin yıllık Latmos kaya resimleri kültür katliamına sadece birkaç örnek. Korunması gereken doğal varlıklarımıza kurutulan sulak alanları, yer altı suyu çekilen Konya Ovasındaki dünyanın nazar boncuğu Meke Gölünü, ranta teslim edilen Caretta carettaların yaşam alanları kumsalları sayabiliriz. Öte yandan rant için göz dikilen varlıklarımızı koruyan yasaların ardından dolanıldı. Urla’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ait olduğu söylenen villalar örneğinde olduğu gibi, koruma dereceleri düşürüldü, kaldırıldı ve talana açıldı.
DOĞAYI ÇILDIRTAN ÇILGIN PROJELER
Kuşkusuz yandaş sermaye çevrelerine kaynak aktarmanın en çılgın projeleri İstanbul’a 3. havalimanı ve 3. köprü inşaatlarıdır. Yüz binlerce ağaç, koca bir ekosistem bu çılgın rant talanı nedeniyle yok oluyor. Yaşam alanları yok edildiği için boğazı yüzerek geçmeye çalışan domuzların görüntüleri çılgın projelerin tüm doğal yaşamı nasıl etkilediğinin örneklerinden birisi oldu. İstanbul’un su havzaları, ormanları, ekosistemi sermayenin en iştahla saldırdığı bir pasta haline getirildi.
DİRENİŞİN YOLU
13 yılda AKP’nin yarattığı ekolojik tahribatın dökümünü yapmaya bu dosyanın sınırları yetmez. Elbette doğa kendi yaralarını saracak güce sahiptir, elbette son sözü doğa söyler. Ancak ona yardımcı olmanın, onunla barışık bir yaşam sürmenin yolu, sermaye partilerini, onun bugünkü temsilcisi AKP’yi ve beslenip-beslediği kapitalizmi tarihin çöplüğüne gömmekle açılacaktır. Anadolu’da karanlığa karşı yanan yaşam alanlarını koruma direnişlerinin meşaleleri bu yolu aydınlatıyor, güzergahı gösteriyor…