Skip to main content
Image
Manşet Yatay Görseli
Share

Kadın Kütüphaneleri: Kadın Hareketinin Kalıcı Belleği

Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi, büyükannelerimizin seslerinin izinin sürülüp duyulur kılınmasına katkıda bulunurken aslında kendimize daha özgür bir gelecek inşa etmemizin zeminini hazırlıyor.

İçerik Alınlık Resmi

Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi, büyükannelerimizin seslerinin izinin sürülüp duyulur kılınmasına katkıda bulunurken aslında kendimize daha özgür bir gelecek inşa etmemizin zeminini hazırlıyor.

Fatmagül Berktay

kadin osmanlica
"En ufak bilgi kırıntılarını bile top­la ve onları en değerli hazinen bil." Christine de Pisan*

Kadın kütüphanesi** kavramı, be­raberinde hemen, "kimin için" ve "neden böyle 'özel' bir kütüphane" sorularını getirebiliyor; aslında bü­tün dünyada sayıları 400'ü bulan bu tür kurumların varlığına karşın hâlâ böyle soruların sorulabilmesi, baş­lı başına bir gösterge.

1928 yılında Virginia Woolf Cambridge Üniversi­tesi Kütüphanesi'ne "kadın olduğu" gerekçesiyle alınmadığında, bu "eril savunma mevzii"nden uzaklaşırken haklı olarak, içeride olmak mı daha iyi, yoksa dışarıda bırakılmak mı diye soruyor ve dışarıda bırakılmanın daha iyi olduğu sonucuna varıyordu.

Çünkü ancak "dışarıda" olduğunuz zaman sessizliklerin, dilsiz bırakılmıilıkların, ıvır zıvır sayılmış olanla­rın peşine düşebilir ve aklınız kadar sezgilerinizi de kullanma cesaretine sahip olabilirdiniz. "Dışarıda" bıra­kıldığınız zaman, hem toplumdaki hem de kendi içinizdeki ırkçı, sınıfçı, homofobik, vb. önyargıların farkına varmak, onlarla mücadele etmek bir nebze daha kolay olabilirdi.

"Üç Gine" ve "Kendine Ait Bir Oda" yapıtlarında Virginia Woolf bu "dışarıdalık" konu­muna sahip çıkar ve egemen kurum­ların, rollerin, geleneklerin, bakış açılarının "içerisine hapsolmuş" patriyarkların sınırlılıklarını serimler.

İşte "kendine ait bir kütüphane" kav­ramını, yani "kadın kütüphaneleri"ni böyle bir farkındalık ve mücadele çerçevesi içine oturtmak gerekir. Ni­tekim feminist hareketin gelişim ta­rihiyle kadın kütüphanelerinin tarihi bu anlamda iç içe geçer.

Kısa bir tarihçe

Batı'da (özellikle ABD ve İngiltere'de) feminizmin gelişmesi, 19. yüzyılın ortalarından itibaren insan hakla­rı bağlamında eşitlik mücadelesine (örneğin oy hakkı için, sosyal reform ya da köleciliğin kaldırılması için kadınların verdikleri mücadeleler) girişilmesiyle belirlenir ve 1. dalga feminizm olarak nitelendirilir. Bu dönemdeki eşit hak mücadelesi, ge­nelde, erkeklere uygulanan ölçütle­rin kadınlara da uygulanması talebi­ni içeren ve dolayısıyla erkeği model olarak alan bir anlayıştaydı.

I. Dünya Savaşı'ndan sonra bu ülkelerde ka­dınların savaş sırasında "kendilerini ispat etmiş oldukları" varsayımıyla oy hakkı kazanıldı ve kadınların ev­lerine geri dönmelerinin teşvik edil­mesiyle II. Dünya Savaşı'na dek femi­nist hareket görece durgunluk yaşa­dı.

Bu durgunlukta, bizzat kadınların kapıldığı, oy hakkının kazanılmasının eşitlik sorununun çözümü için yeterli olacağı yanılsamasının da payı vardı. Gene de, Barselona'da daha 1909'da bir kadın kütüphanesinin kurul­muş olduğunu hatırlamak gerekir.

Osmanlı'da ise aşağı yukarı aynı dö­nemde, Virginia Woolf'un Cambridge kütüphanesinden kovulmasından epey önce, kadınların sosyal yaşam­dan dışlanmaları sonucunda kütüp­hanelere alınmamalarını protesto etmek için Cazibe Hakkı Hanım'ın kadınlara açık bir kütüphane kurma girişiminde bulunduğunu biliyoruz. (1)

İkinci topyekûn savaşta ise kadınlar yeniden, askere giden erkeklerin ye­rini doldurmaya çağrıldılar; ancak, kadınları ailedeki rolleriyle sınırlan­dıran hükümetlerin geçmiş propa­gandası öylesine etkili olmuştu ki, örneğin İngiltere'de kadınları kamu işlerinde çalıştırabilmek için yer yer zor kullanılmak zorunda kalındığı bi­linir.

Savaştan sonra gene aynı bildik sahne oynanır ve kadınlar nüfusu ar­tırmak için çocuk doğurmaya, ücretli işleri ise erkeklere bırakmaya teşvik edilirler: Kadının yeri, evidir! Kuru­lu düzen güvence altına alınmıştır, ta ki feminizmin ikinci dalgası (1960 sonları ile 1990 başları arasında) arzı endam edinceye kadar!

İkinci dalga feminizmin (Kadın Kur­tuluş Hareketi) vurgusu birincisinden önemli ölçüde farklıdır. Artık "erkek ölçütlerine göre eşitlik" değil, kadın­ların farklılığını dikkate alan bir eşit­lik anlayışından, kadın bakış açıla­rının ve deneyimlerinin özgüllüğün­den söz edilmektedir.

Kadınlar artık, Virginia Woolf'un işaret ettiği "dışarıdalık" konumunun avantajlarının farkında olarak "içeride hapsolmuş" egemenlerin felsefi perspektifini, yanlı uygulamalarını eleştirmekte, geleneksel cinsiyet rollerine bütün alanlarda meydan okumaktadırlar. Bir toplumsal hareket olarak femi­nizmin yükselişiyle birlikte kadın sorununu ele alan inanılmaz sayıda dergi, gazete, broşür, kitap, vb. yayınlanmaya başlar ve bunlar, aynı dönemde birbiri ardınca kurulan ka­dın kütüphaneleri koleksiyonları için doğal bir kaynak oluşturur.

1960'lar ve 70'ler protesto hareketlerinin, karşı-kültürün ve katılımcı demok­rasi taleplerinin yükseldiği yıllardır ve gerek Vietnam savaşı karşıtlığıyla, gerekse sivil haklar hareketiyle bir­leşen kadın kurtuluş mücadelesi aynı zamanda yer yer sosyalist ve Mark­sist renkler alır.

Gene bu dönemin sonlarına doğru hareket, akademi içinde de yansımasını bulur. Üniver­sitelerde kadın araştırma merkezleri ya da bölümleri kurulmaya başlanır (Kadın araştırmaları alanında ilk yüksek lisans derecesi, İngiltere Kent Üniversitesi'nde 1980'de verilir.)***

Ortaçağda kadın kütüphaneleri

Ortaçağa ilişkin belgeler, soylu kadınların ve hatta orta sınıftan bazı kadınların elyazması ya da basılı kitaplara, bazen de kütüphanelere sahip olduklarını ortaya koyuyor. Anne-Marie Legare, 1300-1500 yılları arasında Fransa ve Burgonya'daki belgeleri kadın kütüphaneleri açısından incelemiş ve ortaçağda kadınlar ile kitaplar arasındaki ilişkiye dair önemli bulgulara ulaşmıştır: Kadınlar tarafından özel olarak sahip olunan kitaplara ilişkin olarak 14. yüzyılda 95, 15. yüzyılda ise 370'ten fazla referans vardır. (Anne-Marie Legare, "Reassessing Women's Libraries in Late Medieval France: the Case of Jeanne de Laval", Renaissance Studies, cilt 10, sayı 2) Bu arada Bizans'ın ünlü kadın tarihçisi, Aieksiad'ın yazarı Anna Komnena'yı da anmak gerekir.

Manastırlardan kadın kütüphanelerine

Kadın kütüphaneleri ve bilgi-belge merkezlerinin söz konusu dönemde sayıca çok artması hiç de şaşırtıcı değil, çünkü bu kütüphaneler bilgi toplama, yayma ve muhafaza etme işlevlerine farklı bir bakış açısını temsil ediyor.

"Özel" kütüphane konseptinin genişletilmesi anlamına da gelen kadın kütüphaneleri, kadınla­rın bilgi ihtiyaçlarına cevap vermeyi amaçlıyor. Bilgi ihtiyacı, bireylerin bir karar verirken ya da bir soruyu yanıtlamaya çalışırken ihtiyaç duy­dukları bilgileri kapsar ve kadınların bilgi ihtiyacı eşit haklar ve fırsatlar, kadın sağlığı ya da kadın eğitimi, vb. konusundaki ihtiyaçlar olabilir. Bun­ların tümü, büyük ölçüde erkeklerinkinden farklı yanıtları olan ihtiyaç­lardır ve geleneksel kütüphanelerin bunları karşılaması çok zordur.

Son zamanlara dek istatistiksel verilerin toplumsal cinsiyete göre ayrıştırılmadığı göz önünde tutulduğunda bu durumu anlamak kolaylaşır. Nitekim, tam da bu nedenle BM Pekin Eylem Platformu, kadın-erkek eşitliğine ulaşılabilmesi için toplumsal cinsiyet ayrımı temelinde bilgi toplanmasının şart olduğunu vurgulamıştır. Kadın­lar için doğru ve yerinde bilgiye ulaş­mak açısından özel kütüphanelerin bir türü olarak kadın kütüphanele­rinin kurulmasının biricik anlamı bu olmasa da, önemlidir.

Annelik ve zevcelik ile eğitim görmek arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılan kadınlara bu roller dışında bir varoluş olanağı sunan manastırlar bu açıdan belirle­yici oldu. Manastıra giren kadınlar entelektüel gelişim olanağı buldular ama bu, varlıklarının önemli bir bö­lümünün yadsınması anlamına geldi.

Özel olarak bu amaçla kamuya açık kütüphaneler kurulması 20. yüzyıla özgüdür. Ancak hatırlamak gerekir ki kadınlar tarih boyunca bilgi top­ladılar, yaydılar ve öğrettiler. Ama yüzlerce yıl boyunca formel eği­tim hakkından yoksun bırakılmakla kalmadılar, öncelikle "eğitilebilir" olduklarının mücadelesini vermek zorunda kaldılar.

7. yüzyılda Batı'da kadın manastırla­rında önemli bir artış görüldü; aynı zamanda "çifte", yani hem kadın hem de erkekleri kapsayan manastırlar da çoğaldı. Neville manastırı, ba­şında bulunan Gertrude zamanında manastırın kütüphanesinin çok ge­lişmesi (Gertrude'un kendisi önemli bir kitap koleksiyoncusuydu) saye­sinde bir eğitim ve öğrenim odağı oldu.

Kraliçe Bathild tarafından ku­rulan ve rahibelerin birçok azizenin yaşamöyküsünü yazdıkları Chelles manastırı ise kısa zamanda ünlene­rek eğitim peşinde koşan rahipleri de kendisine çekti ve sonuçta orası da "çifte" manastıra dönüştü. Çifte manastırların gerilemesinden son­ra bile, eğitimleriyle ün salan güçlü başrahibeler geleneği devam etti.

12. yüzyılda yaşamış olan Bingenli Hildegard bunlardan en ünlüsüdür. Manastırlar dışında eğitimli olarak bilinen kadınların çoğu -Akitanya-lı Eleanor, Navarlı Marguerite ve I. Elizabeth gibi- küçüklüklerinden iti­baren yönetici erkeklerin yedekleri olarak yetiştirilenlerdir. Bu arada hem Doğu'da, hem de Batı'da Virgi­nia Woolf'un ünlü deyişiyle "eğitimli babaların eğitimli kızları" geleneği, daha sonraki yüzyıllarda da devam etti. (19. yüzyılda Cevdet Paşa'nın kızları Fatma Aliye ve Emine Semiye ha­nımlar bu açıdan tipik bir örnektir.)

Kadınların özel kütüphaneleri olmadı değil; son zamanlarda yapılan araştır­malar bu olguyu daha net bir biçimde açığa çıkarıyor  Ancak, kamuya açık kadın kü­tüphanelerinin varlığı, elbette kadın­ların eğitimi açısından ayrı bir önem taşıyor.

Kadınların eğitimi, onların farklı toplumlarda ve belirli zaman­lardaki statülerini yansıtacak biçimde farklı tarihsel aşamalardan geçmiş­tir. Geleneksel ataerkil toplumlarda hem kadınların hem de erkeklerin eğitimi büyük ölçüde aile içinde ger­çekleşir, daha sonraki dönemlerde ulus-devletin ortaya çıkışıyla birlikte eğitim de kamusallaşmaya başlar ve böylece devlet "baş öğretmen" olma yönünde ilerler.

Evde verilen eğitim, geleneksel cinsiyet rollerini pekiş­tirmenin yanı sıra devletin vermek istediği ideolojik mesajı da ileten bir araç olur ve böylece kurulu düzenin devamı sağlanır. Hem kız hem de er­kek çocuklarına cinsiyet rolleri ko­nusunda verilen eğitim, aslında her ikisini de katı klişeler içine hapseder, çünkü kadınları "itaatkâr zevcelere dönüştürmeyi amaçlarken erkekleri rekabetçi, katı ve başkalarından so­yutlanmış monadlara dönüştürerek onların duygusal olarak olgunlaşma­larına izin vermez.

Modern çağda, aileden sonra formel okul eğitimi de bu rolleri devam ettirir ve sonuçta bir cinsin diğerinden üstün olduğu hiye­rarşi kalıplarını pekiştirerek toplum­ca kabul edilmiş kurallara uyulmasını güvenceye alır. Daha da kötüsü, ku­rulan bu cinsiyetler arası hiyerarşik ilişki, toplumun genelindeki eşitsiz ilişkiler için de paradigmatik bir örnek oluşturur.

Dolayısıyla, düşünce biçimlerimizi ve davranış kalıplarımızı dönüştürecek farklı bir eğitim yaklaşı­mına ihtiyaç bulunduğu aşikârdır. Bu eğitim, kadınları toplumsal yaşamın etkin özneleri olarak kabul etmeyi ve öyle yetiştirmeyi hedeflemek zo­rundadır; bu ise, onları özerk ve eşit kılmak anlamına gelir.

Böyle bir eğitim, erkeklerin geleneksel perspekti­fini de değiştirmeye hizmet edebilir ve içine hapsoldukları cendereden kurtulmalarına yardımcı olabilir. Ni­tekim, Türkiye dahil dünyanın çeşitli ülkelerinde kadın kütüphanelerinin kuruluşuna erkeklerin yaptığı katkı ve bağışlar böyle bir farkındalığın ge­lişmekte olduğunun işaretidir. (3)

Penelope'nin dokumasının kalıcı belleğe dönüşmesi: KEK 

Türkiye'deki ilk kadın kütüphanesi­nin kuruluş öyküsü de dünyadakine benzer bir çerçevede cereyan etti. 1980'lerde, İkinci dalga feminist ha­reketin etkisiyle ve onun bir parçası olarak gelişen Türkiye'deki feminist hareket, eylemli bir mücadele alanı yaratarak yeni bir feminist akade­misyenler kuşağının yetişmesine ve 1990'da hem Kadın Eserleri Kütüphanesi'nin (KEK), hem de İstan­bul Üniversitesi bünyesinde Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi'nin (KSAUM) kurulmasına yol açtı (Batı'yla aşağı yukarı ı10 yıllık za­man farkı, Türkiye'deki başka birçok örnek gibi, karakteristiktir.).

KEK'in kuruluşu, dönemin sivil toplum mü­cadelesini de yansıtacak biçimde, üs­telik sınıfsal olarak varlıklı olmayan çoğu kadın 130 kişinin sivil dayanışma­sının eseri oldu. Bu nokta önemlidir ve gene Türkiye'nin özgüllüklerinden biridir, çünkü Batı'daki kütüphanele­rin kuruluşunda genellikle varlıklı kişi ya da ailelerin bağışları veya devletin yardımı söz konusudur.

Şirin Tekeli'nin, 1991'de KEK'in dü­zenlediği -ve bütün uluslararası katı­lımcıların şaşkınlıkla karışık hayran­lığını çeken- Birinci Kadın Kütüpha­neleri Uluslararası Sempozyumu'nda yaptığı konuşmada belirttiği gibi, kadın hareketinin varlığı bir yandan kadınlarla ilgili araştırmaları teşvik ederken, diğer yandan da klasik kü­tüphanelerin ve arşivlerin kadınların sorularına yanıt verme açısından ne kadar eksik olduklarının orta­ya dökülmesine yol açar.

Nitekim Türkiye'de Osmanlı kadın hareketiy­le ilgili bilgi ve belgelerin eksikliğinin farkına varılması ve kadın hareketi­nin geçmişinin feminist bir bakış açısıyla araştırılması ihtiyacı, KEK'in kurulması projesinin (1989) günde­me gelmesinde önemli olmuştur.

Aslı Davaz-Mardin ise, aynı sempozyu­mun kapanış konuşmasını yaparken KEK'i gene bütünsel kadın mücadele­si içine oturtur ve birbirinden farklı kültürlerde ve toplumlarda kurulmuş olan kadın kütüphanelerinin ortak noktasının aynı amaca adanmışlık olduğunu belirtir: "Yaşamın tüm et­kinlik ve aşamalarında kadınların eşitliğini sağlamak ve özellikle, bu etkinlik ve aşamalar konusunda 'ka­dın bakış açısı'nı tanıtmak." (4)

2009'da 20. yılını kutladığımız KEK, dünyadaki feminist mücadelenin bir parçası olarak doğduğunu unutmadı ve kadın kütüphanelerinin ortak ama­cına sadık kaldı, bir yandan da kolek­siyonlarını ve arşivini genişleterek kalıcı bir bellek inşa etti ve geçmiş kadın kuşakları ile bugünküler ara­sında köprü kurmaya çalıştı.

Bu işlev, bizimki gibi keskin kültürel ve alfa­betik kopuşlar yaşamış bir toplumda özel önem kazanıyor. "Kendimize ait bir tarih" ve "kendimize ait kütüp­haneler" olmadığı sürece, toplumsal bir grup olarak kadınların belleği de olmuyor ve varoluş çabaları, müca­deleleri, kazanımları Penelope'nin dokuması gibi her akşam sökülüp ertesi gün aynı yerden başlamak zo­runda kalıyor.

Kadın Eserleri Kütüp­hanesi ve Bilgi-Belge Merkezi, kadın tarihini araştırmak isteyenler için gerekli malzemeyi toplayarak, sürek­li genişleterek ve kullanıma sunarak geçmişte harcanan çabaların boşa gitmemesine, büyükannelerimizin yapıp ettiklerinin ve seslerinin izinin sürülüp görünür/duyulur kılınmasına katkıda bulunurken aslında kendimi­ze daha özgür bir gelecek inşa etme­mizin zeminini hazırlıyor. Çünkü geç­mişi geri almadan, yeni bir gelecek yaratmamız mümkün değil! (FB/NV)

* Fatmagül Berktay'ın Kadın Kütüphaneleri: Kadın Hareketinin Kalıcı Belleği yazısı Toplumsal Tarih dergisinin 2009 Nisan sayısında yayımlandı.

Dipnotlar

(1) Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, Metis, 1994.

(2) Suzanne F. Wemple, Women in Frankish Society: Marriage and the Cloister; 500-900, University of Pennsylvania Press, 1985, s. 158-67.

(3) Kadın Eserleri Kütüphanesi'ne bağışta bulunanlar arasında benim ilk aklıma gelenler rahmetli Bülent Tanör ile İsmet Sipahi'dir; adını anamadığım diğer arkadaşlardan özür diliyorum.

(4) Kadınların Belleği, Metis, 1992.

Yazarın notu

* 1364-1430 yılları arasında yaşamış, La Cite des Dames (Kadınlar Kenti) ve başka kitapların yazarı Christine de Pisan, Batı'da, salt yazarak kendi geçimini sağlayan ilk kadın olarak ünlenmiştir. İngiliz dilinde ekmeğini yazarak kazanan ilk kadın ise, Aphra Behn'dir (1640-89). 14 oyun yazan Behn, başarılı bir tiyatro yazarı olmanın yanı sıra kadın cinselliğini ve hazzını şiirlerine aktararak gelenek­lere meydan okuyan bir şair olarak da ünlüdür.

** Kadın kütüphanesi kavramına, kadın bilgi ve belge merkezleri ile kadın arşivlerini de dahil ediyorum.

*** Kişisel bir tarih notu düşmeme izin verilirse, bu satırların yazarı 1991 yılında İngiltere York Üniversitesi Kadın Çalışmaları Bölümü'nden yüksek lisans derecesi alarak arkadaşlarının "Türkiye'nin ilk diplomalı feministi" şakalarına maruz kalmıştı. İstanbul Üniversitesi Kadın Çalışmaları Bölümü'nün, 1993'ten itibaren Kadın Çalışmaları alanında yüksek lisans derecesi vermeye başlaması ve onu ODTÜ ve Ankara Üniversiteleri'nin izlemesinden sonra Türkiye'deki "diplomalı feministler"in sayısında epey artış oldu!

Kaynak: biamag, Fatmagül Berktay

İlgili Dosyalar:

  1. kadin osmanlica [JPG] [49.12K]
Share
İlgili Eğitim