Heinrich Böll Sitiftung Derneği Türkiye’de demokrasi ve ekoloji alanlarında çalışan bir sivil toplum örgütü.
Sivil toplum ve demokratikleşme alanında çalışanların yakından izlediği Heinrich Böll Stiftung Derneği, ne yazık ki toplumun çoğunluğu tarafından yeterince tanınmıyor ve bu tür temelsiz suçlamalar iz bırakıyor. Bu nedenle Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilcisi Ulrike Dufner’le görüştük ve bize derneği daha yakından tanıtmasını istedik. Dufner, Başbakan’ın suçlamalarından Ergenekon davasıyla ilişkilendirme çabalarına kadar gündemdeki meselelerle ilgili ayrıntılı açıklamalar yaptı.
Heinrich Böll Stiftung Derneği’nin bulunduğu faaliyetler ve bağlantıları hakkında sık sık kafa karıştırıcı haberler yayımlanıyor. Öncelikle derneğin statüsünü ve amaçlarını tanımlayabilir misiniz?
Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği 1995/96 yılından beri Türkiye’de çalışmaktadır. 2005 yılından itibaren, yani yeni Dernekler Kanunu çıktıktan sonra T.C. İçişleri Bakanlığı’nda kayıtlı bir dernek haline geldik. Derneğimiz Alman Birlik 90/Yeşiller Partisi’ne yakındır. Bu bağlamda, hem Almanya’da, hem de 28 ülkede çalışıyoruz. Derneğimizin Türkiye temsilciliği demokrasi, sürdürebilir kalkınma ve ekoloji gibi alanlarda aktif olan sivil toplumun faaliyetlerini destekliyor veya bu alanlarda kendi faaliyetlerini yürütüyor.
Dernek ne gibi faaliyetlerde bulunuyor ve kimlerle işbirliği yapıyor?
Faaliyetlerimiz aslında seminer, konferans, atölye çalışmaları veya yuvarlak masa toplantıları. Ayrıca, bu toplantı veya konferanslara yurtdışından uzmanların katılımını sağlamaya çalışıyoruz veya Türkiye’de aktif olan sivil toplumun yurtdışındaki bu tür konferanslara katılmasını destekliyoruz. Türkiye ile Almanya ve Avrupa Birliği arasında bilgi ve fikir alışverişini geliştirerek önyargıların kırılmasını ve karşılıklı anlayışın geliştirilmesini hedefliyoruz.
Birlikte çalıştığımız birçok sivil toplum kuruluşları, dernekler, vakıflar, düşünce kuruluşları, üniversiteler ve gazeteciler var. Birlikte demokratikleşmeye, ekolojik ve sürdürebilir bir kalkınmaya katkı sunmaya çalışıyoruz. Katılımcı demokrasiler için sivil toplumun aktif katılımı bir ön koşuldur.
Almanya’daki Heinrich Böll Stiftung ile Türkiye’deki dernek arasında ne gibi bir bağlantı var?
Merkezimiz Almanya’nın Berlin şehrinde. Merkezimiz ile Türkiye ofisi Türkiye’de hangi alanlarda neler yapılabileceğine ortaklaşa karar verir. Uygulama konusunda ise daha çok yereldeki Temsilcilik karar verir. Çünkü Türkiye gibi bir ülkede gündem hızlı bir şekilde değişebilir, dolayısıyla planladığımız faaliyet alanlarının buna uyum sağlaması ve planın güncellenmesi gerekebilir.
Heinrich Böll Stiftung’un Yeşiller’le olan ilişkisi nedir?
Heinrich Böll Stiftung Derneği Birlik 90/Yeşiller Partisi’ne yakındır, ama parti bizim iç işlerimize karışamıyor. Ayrıca, parti ulusal mecliste ne kadar temsil ediyorsa, yani milletvekili sayısı kaç ise,derneğimiz devlet bütçesinden ona göre destek alma şansına sahip oluyor. Demek ki, Birlik 90/Yeşiller Partisi’nin Almanya’daki başarısı bizim için sadece siyaseten değil, aynı zamanda da finans kaynaklarımız acısından da önemlidir.
Başbakan Erdoğan geçtiğimiz aylarda Alman Vakıfları’nı hedef gösteren, ama ne dediği tam olarak anlaşılamayan açıklamalar yaptı. Bu açıklamaların arka planında ne vardı? Sizce Başbakan ne demek istedi?
Biz bu konuya çok üzüldük. Çünkü aslında Türkiye’de faaliyet gösteren bütün Alman ‘vakıflar’ (ki derneğiz) Türkiye’nin AB’ye giriş sürecini, reformları, Türkiye’nin demokratikleşmesini ve karşılıklı anlayışı desteklemektedir. Yani, AKP gerçekten dediği gibi AB reform sürecini devam ettirmek istiyorsa, bizi ve tabii ki Türkiye’deki sivil toplumu da desteklemek zorunda. Türkiye’nin demokratikleşmesi ancak ve ancak Kürt sorunu barışçıl bir yol ile çözülürse gerçekleştirilebilir. Kürt sorununu şiddetle, gözaltılarla çözmek mümkün değil. Diyalog yolu, insanların hakları garanti altına alınarak, onların yaşadığı travmalar paylaşılarak çözülebilir. Aslında AKP hükümeti ve Başbakan Erdoğan bu dediklerimi geçmişte kendisi de söylemişti, ama bundan en azından şu son aylarda uzak olduğunu görebiliriz. Ne yazık ki, hükümet tarafından geçtiğimiz aylardan bu yana diyalog yerine gözaltılar ve barışçıl olmayan bir yol izlenmektedir.
Başbakan Erdoğan’ın Alman ‘Vakıfları’na karşı söylediğini bence bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Çünkü Alman ‘Vakıfları’ hala Başbakan’ın eskiden savunduğu yolu savunmaktadır. Kürtlerin dil haklarını ve demokratik haklarını savunuyoruz ve savunmaya devam edeceğiz. Ayrıca BDP gibi yasal ve sivil bir siyasal partinin var olmasının Kürt sorununun barışçıl çözümü için çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Seçilmiş siyasetçilere destek vermek gerekiyor. Onların görüşlerini dinlemek, ortaklaşa bir çözüm üretmek gerekiyor. Barışçıl yol ancak tartışarak, fikir ayrılıklarını kabul ederek ve bunlara saygı göstererek gerçekleştirilebilir.
Başbakan Erdoğan bizi hedef göstererek aslında bizi değil, daha çok barışçıl yolu savunanları hedef göstermiş oldu. Ama, olumlu bir şey söylemek gerekirse, başarılı olamadı. Çünkü bizi hedef göstermek ancak kaba bir milliyetçiliğe dayanarak mümkün. Bu 90’lı yılların mantalitesine daha çok uyan bir yaklaşım. Ve bana sorarsanız Türkiye sivil toplumu bu kaba milliyetçiliği aşmış durumda.
Son günlerde Heinrich Böll Stiftung Derneği’nin Ergenekon davasıyla ilişkilendirilmeye çalışıldığını görüyoruz. Nasıl bir ilişki kurmaya çalışılıyor? Sizce burada amaçlanan nedir?
Bakın, Talip Doğan Karlıbel diye bir şahıs yıllardır Türkiye kamuoyunda aleyhimize propaganda yapıp yalanlar yayan bir kişidir. Onu Türkiye’nin ‘yalancılar kralı’ olarak ilan etsek yanlış olmayabilir. Kendisi sadece bize değil, CHP’ye ve bir sürü kişi ve örgüte yönelik olarak da gerçeği yansıtmayan iddialar ortaya atan, kamuoyunu ve şu anda da mahkemeleri etkilemeye çalışan bir tiptir. Bu konudaki sorun nedir, biliyor musunuz? Sorun, yalancılar kralı olarak bilinen bir kişinin mahkemeler tarafından ciddiye alınmasıdır. Eskiden, örnek olarak, tamamen sahte belgeler ortaya çıkartarak bizi karalamaya çalıştı. Dün ise, Ergenekon davasında – basındaki bilgiler doğru ise – yine tamamen gerçek dışı iddialar ortaya atarak bizi Ergenekon sanıklarını ve Noel Baba isimli bir derneği desteklemiş olmakla suçluyormuş. Kusura bakmayın ama demokrasi için çabalayan bir dernek bunu nasıl yapabilir?!
Heinrich Böll Stiftung Derneği yıllardır Türkiye’de bir tür milliyetçi paranoyanın aracı haline getirilmeye çalışılıyor. Siz özel olarak Heinrich Böll Stiftung Derneği’yle ve genel olarak Alman vakıflarıyla bu kadar çok uğraşılmasını neye bağlıyorsunuz?
Dediğiniz çok doğru: Biz bir araç olarak kullanılmışız. Maalesef Türkiye toplumu ne kadar misafirperver olursa olsun hala yabancılara şüphe ile yaklaşıyor. Sanki Türkiye’nin hiç dostu yok. Sanki Türkiye’nin demokratikleşmesi değil de Türkiye’ye zarar verilmek isteniyor. Bu konularda komplo teorileri hala çok yaygın. Ve şunu da unutmamak lazım: Geçen haftalardaki olayları anlamakta hepimiz zorlandık. Her gün siyaset ile uğraşmayan bir vatandaşın bunları anlaması da mümkün değildir. Gelişmelere bir anlam vermek için basit bir cevap arayışına girer ve böyle durumlarda kaba milliyetçilik, güçlü lider arzusu ve yabancı düşmanlığı eğilimi çok elverişli olabilir. Bu sadece Türkiye için değil, Almanya için ve başka istikrarsız durumlar için de geçerlidir. Ve unutmamamız lazım ki, binlerce kişi gözaltına alınırsa topluma bu gözaltılar hakkında bir gerekçe sunmak gerekir. Gözaltına alınanları dış güçlerin uşakları olarak tanımlıyorsanız, zaten tarih boyunca milliyetçilik ile büyümüş bir toplumu buna hala inandırabilirsiniz.Ama zaman değişiyor, bu konuda çok umutluyum ve Türkiye toplumunun artık bu tür basit açıklamalar duymak istemediğine inanıyorum. Biraz daha sabretmek lazım.
Bir etken daha var: Almanya’daki yabancı düşmanlığı ve ırkçılık. Almanya kendisi bir göçmen toplumu olduğunu kabul etmiyorsa, buna uygun siyaset geliştirmiyorsa ve kendisini de milliyetçiliğinden kurtaramıyorsa, o zaman tabii Türkiye’de de buna karşı bir tepki ortaya çıkar. Dünya artık eskisi gibi değil, iletişim imkanları çok gelişmiş durumda. Tıpkı Başbakan Erdoğan Almanya’da anadil haklarını talep ettiğinde Türkiye’de tepki aldığı gibi, Almanya’da ırkçılık varsa Türkiye’de de buna karşı bir tepki gelişiyor.
Ben Heinrich Böll Stiftung Derneği’ne ve Alman vakıflarına yönelik bu ağır kuşku ve paranoyanın Türkiye’deki yabancı düşmanlığının bir yansıması olduğunu düşünüyorum. Ne dersiniz? Türkiye’de aşırı milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı çalışmalarınızı etkileyecek boyutlarda mı?
Bir yandan dediğinizi destekliyorum, diğer yandan Türkiye toplumunun şu anki değişimini anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Dediğim gibi Türkiye toplumu aslında demokrasi istiyor, savaş istemiyor, her gün vatandaşlarının ölmesini istemiyor ve gözaltı da istemiyor. İnsanlar korkmaya başlamış durumda. Hangi toplum bir korku toplumu olmak ister ki? Toplum bir yerde suçlu arıyor ve durumu çözemiyor. Dediğim gibi bu durumlarda milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı artar – böyle bir durumda olan her ülkede aynı risk vardır. Biz Heinrich Böll Stiftung olarak Türkiye toplumunun demokrasiyi özlediğini bildiğimiz için yolumuza devam ediyoruz. Bu topluma demokrasi hakkına sahip olabilmesi için desteğimizi ve enerjimizi vermeye hazırız ve ellerimizi uzatmaya devam ediyoruz. Biraz duygusal oldu belki. Ama, inanın, beni geçen aylarda en çok etkileyen şey Heinrich Böll Stiftung’a karşı olan iddialar değil, arkadaşlarımın korkuları, onların hapishanelerde olması ve özgür ifade verememesi oldu.
Son olarak derneğin ismini aldığı Heinrich Böll’den biraz söz edebilir misiniz? Heinrich Böll kimdir ve neden onun düşüncelerinden ilham alıyorsunuz?
Bu soru için özellikle teşekkür etmek istiyorum. Heinrich Böll Nobel ödülü almış bir yazardı. Kendisinin Almanya’nın demokratikleşme sürecinde çok önemli bir yeri vardı. O hem bir yazardı, hem de siyasette aktifti. Önemi buydu. Katherina Blum’un Çiğnenen Onuru diye bir kitabı vardır ve onu aslında hep Türkiye’de sahnelemek isterdim. Bu kitabı 70’li yıllarda yazmıştı, o zaman Almanya’nın terör ile mücadele ettiği bir dönemdi. Ve kitabında anlattığı Katherina Blum çok normal bir vatandaştı, siyasi bir insan değildi, çoğunluk gibi geçimiyle uğraşan bir kadındı.
Bu kadın birine âşık olur ve onun polis tarafından arandığını öğrenir. Sevgilisi ortadan kaybolduktan sonra gazeteciler ve medya Katherina Blum ile ilgilenmeye başlar, onu bir ‘suç ortağı’, bir terörist olarak göstermeye başlar ve sonuçta onuru tamamen zedelemiş olur. Kendisi bu medya kampanyasının mağduru olur. Bu kitap bana hep Türkiye’yi hatırlatıyor. Özellikle bu dönemlerde bir insanın onuru ne kadar çabuk ihlal edilebiliyor, garip garip suçlamalarla karşı karşıya kalabiliyor ve kendini savunamaz hale gelebiliyor. Kitabın Türkçesi de var, okumanızı tavsiye ederim.
Teşekkür ederiz.
Röportaj: Ümit Şahin (Yeşil Gazete)
http://www.yesilgazete.org/?p=50499
İlgili Dosyalar:
- henrich boll logo [JPG] [10.65K]